Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

AB hedefimizi tartıştığımız son iki yazımıza bir okurumuz, “Memlekette neler oluyor, sen AB’yi yazıyorsun” diye tepki göstermiş. Bu cümle aslında her şeyi özetliyor.
Son “Eurobarometer” yoklamasına göre üye ülkelerde bile AB’ye inanç yüzde 49’lara düşmüşken, bu oranın Türkiye’de de çok parlak olmadığı ortada.
Özetle, ağzınızı açıp “AB” dediğiniz anda insanlardan, “hadi sen de” türünden tepkiler alıyorsunuz. Mevcut hararetli siyasi ortamdaysa hiçbir siyasetçinin “AB perspektifimiz” hakkında söz sarf ettiğini duymuyoruz. Kısacası, “AB üyeliği hedefi” bir “devlet politikası” olsa bile, bunun Türk kamuoyunda canlı bir konu olduğunu söylemek zor.
Oysa normal şartlarda AB ile yatıp kalkıyor olmamız gerekirdi, çünkü bu yoldan gelmesi hedeflenen değişiklikler sonuç itibariyle herkesi ilgilendiriyor. Avrupa’dan Türkiye’nin üyeliği konusunda yansıyan olumsuzluklar elbette ki Türk halkının bu konudaki şevkini kırmıştır.
Fakat sorun sadece Avrupa kaynaklı değil. Türk insanı da AB’nin ne olduğu ve ne olmadığı konusunda yeterince bilgiye sahip değil. “Sokaktaki adam” açısından AB hâlâ “iş ve aş” anlamına geliyor. Demokrasi, özgürlükler, insan hakları gibi konuların üzerindeyse fazla durulmuyor.

REFORMLARA KRİZ BASKISI
Son Eurobarometer yoklaması, Avrupa’da bile, insanların sadece yüzde 19’unun AB’nin demokrasi ile ilgili olduğuna inandığını gösteriyor. Bu arada toplumumuzun önemli bir kısmı, “Kopenhag kriterlerini,” AB’nin Türkiye’yi bölmek amacıyla kullandığı enstrümanlar olarak görmeye şartlandırılmış durumdadır.
Toplumumuzun kendisini gerçek anlamda “Avrupalı” hisseden kesimi ise - ki bunun marjinal bir kesim olduğunu söyleyebiliriz - AB üyeliğini demokrasi, özgürlükler ve insan hakları açısından zorunlu görüyor. Ancak bu da tam anlamıyla doğru değil.
AB adına Türkiye’de çok önemli yapısal reformların yapıldığı doğru. Ancak, örneğin ekonomik alandaki reformların AB’den çok, 2001 krizinin yarattığı baskılarla yapıldığı da bir gerçek.

HEYBELİADA RUHBAN OKULU
Bugün Kürt hakları ve askerlerin sivil otoriteye itaati gibi AB’nin yıllarca gündemde tuttuğu konularda da önemli değişim oluyorsa, bu da AB’den ziyade Türkiye’nin iç dinamiklerinin zorlamasıyla oluyor.
Yoksa AB’nin bu dinamikleri harekete geçirme gücü olsaydı, her şeyden önce - son derece basit bir konu olan - Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması gibi bir adımın atılmasını sağlardı, ki bunu henüz yapabilmiş değil.
Yılların konusu olmasına karşın AB Türkiye’de, örneğin bir işkence olgusunun sona ermesini de sağlayabilmiş değil. Bunu da sağlayan sonuçta, Engin Çeber gibi olayların ortaya çıkmasıyla halkın duyduğu infial, yani bilinçli kamuoyu baskısı olacaktır.
Bu ve son iki yazımızda yazdıklarımıza rağmen, AB hedefinin Türkiye için yine de çok önemli olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle bu konuda gidilebildiği noktaya kadar gidilmeli. Ancak Avrupa’daki gelişmelere bakınca, bu noktanın başta umulan nokta olmayacağı da artık görülmeli.

AB’NİN AVANTAJI AZALDI
Bunu “Türkiye’yi hiç bir zaman almayacaklar” anlamında da söylemiyoruz. AB’nin yeni üyelere vereceği somut şeylerin nesnel nedenlerle azalıyor olmasına işaret ediyoruz.
Nitekim, Haziran ayında Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği tarafından düzenlenen bir panelde konuşan AB Genel Sekreteri Büyükelçi Volkan Bozkır bile buna işaret etti. “AB rüyası’nın sona erdiğini” söyleyen Bozkır, “AB artık yeni üyelere para sağlayan yer olmaktan çıkmış, kendi üyelerinin sorunlarıyla uğraşmaktadır” diye konuştu.
Özetle Türkiye bir gün üye olsa bile, AB’den sağlayacağı avantaj, treni kaçırmayıp da bundan 30 sene önce, o zamanki adıyla AET’ye üye olması halinde sağlamış olacağı avantajdan çok daha azdır.
Buna karşın AB ile ilişkilerin önemi hem Türkiye, hem de Avrupa için siyasi, ekonomik ve teknik nedenlerden dolayı devam edecektir. Hatta bazılarına göre bu önem Türkiye’nin ekonomik büyümesini sürdürmesi ve uluslararası etkinliğini pekiştirmeye devam etmesiyle daha da artacaktır.
Bir sonraki yazımızı da bu konuya ayırıp, bu tartışmayı kapatacağız.