Basın özgürlüğü konusunda Türkiye’nin üzerine yerleşen ve ülkemizin itibarını ciddi şekilde zedeleyen kara bulutlar kolay dağılmayacağa benziyor. Başbakan Erdoğan, AKP kurmayları ve hükümet yanlısı medya durumu kendi dünya görüşlerine göre savunmaya çalışıyorlar tabii. Ancak Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları Türkiye’deki özgürlüklerle ilgilenen iç ve dış çevreler için bardağı taşıran damla oldu. Şu anda süren tartışmalar ise AKP’nin “ileri demokrasi” anlayışıyla Türkiye ve dünyadaki gerçek demokratların bundan anladıkları şeyin çok farklı olduğunu gösteriyor.
Erdoğan’ın bu konuda sert ifadeler içeren bir rapor yayınlayan Avrupa Parlamentosu’na kızarak “bildiğimizi okuyamaya devam edeceğiz” şeklindeki çıkışı ise, hükümetin durumu düzeltmek için çaba sarf etmeyeceğini adeta temin ediyor. Erdoğan’ın bu çıkışı Avrupalı diplomatlar tarafından da böyle yorumlandı zaten.
Kısacası, Türkiye bugün basın özgürlüğü konusunda “ileri” değil “geri demokrasiler” gibi hür dünyanın merceği altındadır. Financial Times, Washington Post ve New York Times gibi dünyadaki bilinçli kamuoyu üzerinde etkili olan gazeteler de zaten AKP iktidarını baş makalelerinden acımasızca eleştirmeye
Fransa, AB ortaklarına danışmadan inisiyatifi kaparak Libya’nın Bingazi kentinde kurulan “Geçici Ulusal Konseyi” tanıdı. “Euobserver.com” adlı internet gazetesine göre Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu adımı diğer AB üyelerini kızdırmış.
Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle Fransa’nın bu pozisyonunun “ne Almanya’nın, ne de AB’nin pozisyonu olduğunu” söylemiş. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ise, konuyla ilgili twitter mesajında, “İsveç rejimleri değil devletleri tanır. Diğer AB ülkelerinin hemen hemen hepsi için de aynısı geçerli. Fransa’nın ne yaptığı ise tümüyle sarih değil” demiş.
Daha önce Bosna’da ve iki Körfez savaşında görüldüğü gibi, AB bu kez de küresel düzeyde yansımaları olan kritik bir uluslararası konuda tek ağızla konuşamıyor. Yıllarca çabalamasına rağmen ne ortak savunma politikasını, ne de ortak dış politikasını henüz oturtabilmiş değil.
Fransa’nın Akdeniz’deki siyasi ve ekonomik profilini yükseltme emelinden vazgeçmeyen Sarkozy, Libya’daki Geçici Ulusal Konsey’i tanımakla, söylendiği gibi, belki de ülkesinin bölgedeki diktatörlerle yakın ilişkilerinin ortaya çıkması sonrasında günah çıkarıyor.
Sarkozy’nin sadece Geçici Ulusal Konsey’i tanıması değil, aynı
Türkiye’de kadına karşı şiddet Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi “alçaklık” değil, düpedüz “ilkelliktir.” “Alçaklık” sadece alçağı bağlar. “İlkellik” ise toplumun tümünü ilgilendirir.
Türk toplumu olarak kadın hakları konusunda “hastalıklıyız.” Millet olarak utanmamız gereken şeylerin başında kadınlarımıza yapılan zulüm ve çektirilen acılar geliyor.
Bu arada, Erdoğan’ın yaptığı gibi, “rakamları abartıyor” diye medyayı bu konuda suçlamak da sorumluluğu başka yere atma çabasından başka bir şey değil.
İlgili kuruluş, örgüt ve derneklerin bulguları ülkemizde kadınlarla genç kızlara karşı şiddetin azalmadığını, katlanarak arttığını gösteriyor. Bunun kültürel olduğu kadar sosyolojik nedenleri var.
Toplumlar kentleştikçe kadınlara özgürlük kapısı da açılır. Bizimki gibi, muhafazakâr olmasının yanı sıra, cehaletin kol gezdiği “testosteron” yüklü “maço” bir toplumda erkeklerin bunu hazmetmeleri kolay değil. Nitekim sonuç fazlasıyla ortada.
Bu kez Mersin’de 19 yaşında gencecik bir kızın hayatı söndürüldü. Suçu sevdiği erkekle kaçmakmış. “Aile kararı” ile erkek kardeşi tarafından boğazı kesildikten sonra 40 kez bıçaklanıp bırakılmış. Neredeyse her gün yurdun bir tarafından bu tür
Geçen haftayı, Washington’daki “Brookings Institution” ve Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesine bağlı “İslami Araştırmalar Merkezi”nde Ortadoğu’daki son gelişmeler hakkında birer konuşma yapmak üzere ABD’de geçirdik.
Ele aldığımız konuların arasında kaçınılmaz olarak, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar sonrasındaki düzen kurma çabaları ve “Türk modeli”nin bu çerçevedeki geçerliliği meselesi de vardı. Açıkça konuşmak gerekiyorsa, gazetecilere karşı son operasyon konuşmamızı yaptığımız sıralarda gerçekleşseydi iyice mahcup olacaktık.
Zira İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Türkiye’deki basının ABD’den de özgür olduğuna dair sözleri, biz daha Washington’a varmadan mahcup olmamız için gerekli altyapıyı hazırlamıştı. Bu sözlerin hem ABD’deki Türkler, hem de Türkiye’yi tanıyan Amerikalılar arasında sinik ve müstehzi tebessümlerle karşılandığını söylemeye aslında gerek bile yok.
Özetle, Mısır’da ayaklanan halkın en çok istediği şeylerden biri basın özgürlüğü olduğuna göre, Türkiye bu açıdan artık bir “anti-model,” yani “uyulmaması gereken bir örnek” konumuna düşmüştür. Aksini iddia etmek, Nedim Şener gibi dünyada saygı toplamış bir gazetecinin de aralarında bulunduğu son
Shakespeare’in Hamlet’indeki karakterlerden Marcellus, dostu Horatio ile konuşurken, “Danimarka’da çürük olan bir şey var” der. Son gelişmeler basın özgürlüğü bağlamında insana Türkiye için aynı şeyi dedirtiyor. Mevcut hukuk sistemimiz ve adalet anlayışımızla da bu sorunu halledebilecek durumda değiliz.
Hal böyle olunca tek seçenek kalıyor, o da “dış müdahale” seçeneğidir. Her millet gibi biz de iç işlerimize karışılmasından hoşlanmayız. Hatta bu bizde adeta bir “sosyal tabu” halini almıştır. Nedeni ise yıllar boyunca Batı’nın demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü eleştirilerine maruz kalmamızdır.
Normal bir demokraside hükümetlerle ilgili makamlar bu tür eleştirilerin ülkenin itibarını zedelediğini görüp durumu düzeltmeye çalışırlar. Bizdeyse bu eleştiriler karşısında yapılması gerekeni yapmamak için, “iç işlerimize müdahale” argümanına sarılıp dikkatleri başka yerlere çekmeye çalışmak adettendir.
Batı’dan nefret etmemizin bir temel nedeni de zaten bu aleni eksikliklerimize işaret edilmesidir. Bu çerçevede işi saçmalık raddesine taşıyıp, “Türkiye’de basın özgürlüğü Amerika’dan da ileridir” diyerek ülkemizi dünya gözünde küçük düşürmekten bile çekinmiyoruz.
“Dış
Başbakan Erdoğan’ın Libya konusunda dünyayı ve özellikle de Batı’yı suçlayan öfkeli mesajlarını anlamakta gerçekten güçlük çekiyoruz. Libya yaptırımları konusundaki tutumu ise Türkiye’yi dünya nezdinde İran yaptırımlarında olduğundan daha da yalnız bıraktı.
Zira cumartesi günü BM Güvenlik Konseyi’nde oy birliği ile kabul edilen Libya yaptırımlarına sadece aralarında Rusya ve Çin’in de bulunduğu beş daimi üye destek vermedi. AKP iktidarının kendisine yakın hissettiği Brezilya, Lübnan, Bosna Hersek ve Nijerya gibi daimi olmayan üyeler de tam destek verdiler.
Bu durumda Erdoğan’ın yaptırımlara karşı takındığı sert tavır havada kalmış oldu.
Erdoğan, aslında doğrudan Kaddafi ailesini, halka ateş açan orduyu ve rejim mensuplarını hedef alan bu yaptırımları, “gariban halk zarar görecek” argümanı üzerine oturtuyor olsa da, bunun da son derece tartışmalı bir yaklaşım olduğu açık.
Sonuç itibariyle Libya’nın Güvenlik Konseyi’ndeki Daimi Temsilci Yardımcısı İbrahim Dabbaşi bile, yaptırımlara olumlu oy veren ülkelere Libya halkı adına tek tek teşekkür etti.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun BM İnsan Hakları Konseyi toplantısına gitmeden önce, “Libya yaptırımları kararının uygulanması ve
Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin altı saatlik Türkiye ziyareti ilişkilerdeki soğukluğu gidermek yerine daha da arttırdı. Ziyareti sırasındaki tavırları ve sözleriyle de Türk milletinin gözünde daha da küçüldü. Türkiye’ye ve Başbakan Erdoğan’a düzdüğü methiyeler ise ikna edici değildi.
Özetle bu ziyarete kaygıyla hazırlanan Fransız diplomatları açısından olması istenmeyen aşağı yukarı her şey oldu. O kadar ki, Sarkozy Ankara’nın “böyle geleceksen hiç gelme” tekinlerine uysaydı ilişkilere herhalde daha az zarar vermiş olurdu.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kendisi ile adeta kanlı bıçaklı olmasına rağmen, Sarkozy’e karşı takındığı tutumdan ötürü Başbakan Erdoğan’ı desteklemesi ise,
Fransa cumhurbaşkanına Türkiye’de duyulan antipatinin en somut örneğini sağladı. Türkiye’de “düşman kardeşleri” böyle birleştirebilmek her yabancıya nasip olmaz.
Fransızların yüzde 60’ı karşı
Fransızlar “protokole” ve “etikete” fazlasıyla önem veren bir millettir. O kadar ki, zamanında mülakat yaptığımız önemli bir Fransız şahsiyet, kendisini bacak üstüne bacak atmış bir şekilde gösteren resimlerinin gazetede kesinlikle kullanılmamasını istemişti. Ortadoğu’da uzun yıllar görev
Türkiye’nin şu ana kadar nazar değmeden devam eden Libya’dan tahliye operasyonu açıkçası göz dolduruyor. “Başkaları uyurken biz bu işi başarıyoruz” diye böbürlenmek tabii ki şık değil. Buna karşın kimi ülkeler yaşanan olaylar karşısında tümüyle hazırlıksız yakalanırken, Türkiye’nin çok kısa bir zamanda bu operasyonu, üstelik hiçbir ülkeden yardım istemeden organize etmiş olması göz ardı edilemeyecek bir başarıdır.
Dışişleri kaynaklarının verdikleri bilgiye göre bu yazının dün yazıldığı ana kadar 8 bine yakın Türk ve bazı yabancılar Libya’dan kurtarılmıştı. Operasyon için tahsis edilen 24 uçak ile beş geminin yanı sıra toplam beş firkateyn de devreye sokulmuş durumda. 30 bin kişilik bir tahliye operasyonu için gerekli olan toplam askeri ve sivil personelin sayısını ise bilmiyoruz. Ancak bunun oldukça yüksek olduğu kesin.
Tüm bunları eşgüdüm içinde devreye sokup tahliyeleri başarıyla gerçekleştirmek elbette ki hazırlıklı, yetenekli ve olanaklı bir devletin varlığını ortaya koyuyor. Dün konuştuğumuz ve Libya’daki olaylar karşısında hazırlıksız yakalandıklarını itiraf eden bazı Batılı diplomatlar bu görüntü karşısında şaştıklarını gizlemediler.
İşin garibi, Türkiye’de görev