Basın özgürlüğü konusunda Türkiye’nin üzerine yerleşen ve ülkemizin itibarını ciddi şekilde zedeleyen kara bulutlar kolay dağılmayacağa benziyor. Başbakan Erdoğan, AKP kurmayları ve hükümet yanlısı medya durumu kendi dünya görüşlerine göre savunmaya çalışıyorlar tabii. Ancak Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları Türkiye’deki özgürlüklerle ilgilenen iç ve dış çevreler için bardağı taşıran damla oldu. Şu anda süren tartışmalar ise AKP’nin “ileri demokrasi” anlayışıyla Türkiye ve dünyadaki gerçek demokratların bundan anladıkları şeyin çok farklı olduğunu gösteriyor.
Erdoğan’ın bu konuda sert ifadeler içeren bir rapor yayınlayan Avrupa Parlamentosu’na kızarak “bildiğimizi okuyamaya devam edeceğiz” şeklindeki çıkışı ise, hükümetin durumu düzeltmek için çaba sarf etmeyeceğini adeta temin ediyor. Erdoğan’ın bu çıkışı Avrupalı diplomatlar tarafından da böyle yorumlandı zaten.
Kısacası, Türkiye bugün basın özgürlüğü konusunda “ileri” değil “geri demokrasiler” gibi hür dünyanın merceği altındadır. Financial Times, Washington Post ve New York Times gibi dünyadaki bilinçli kamuoyu üzerinde etkili olan gazeteler de zaten AKP iktidarını baş makalelerinden acımasızca eleştirmeye başladılar.
Oysa aynı gazeteler AKP’yi zamanında geri kalmış Türk demokrasisi için bir “umut ışığı” olarak görüp, kapatma davası sırasında bu partiyi desteklemişlerdi. AKP yanlıları da o sırada bunu “dış müdahale” olarak görmeyerek, “partimizin kapatılmasına dünya razı değil” diye konuşmuşlardı. Aynı AKP yanlıları şimdi Türkiye’ye basın özgürlüğü konusunda yöneltilen eleştirileri “dış müdahale” sınıfına iterek - ve içine düştükleri çelişkiyi görmeden - Batı hakkındaki tanıdık sığ argümanları tekrarlıyorlar. Ancak, ister beğensinler, ister beğenmesinler, bu “dış müdahaleler” Türk demokrasisinin uluslararası karnesini ortaya koyuyor.
Herkes her zaman olmaz
Sadece “basın özgürlüğü” açısından da değil. Batı’da artık çok daha ayrıntılı ve bilinçli bir şekilde izlenen Ergenekon ve Balyoz davaları da mercek altına alınmış durumda. Çünkü herkes, aslında çok önemli olan bu davaların çok farklı ve içinden çıkılmaz mecralara çekildiğini görüyor.
“İleri demokrasiye” gerçekten inanan bir iktidar, bu uluslararası itibar kaybı karşısında hırçın ve savunmacı bir pozisyon takınmak yerine, Cumhurbaşkanı Gül gibi, ciddi rahatsızlık duyardı. AKP gibi meclisteki durumu güçlü ise, o zaman gerekli yasal tedbirlerle basın özgürlüğünü ve insan haklarını kesin teminat altına almaya çalışırdı. Fakat, bunu bırakın, hükümet - New York Times’ın “Demokrasi Böyle Yönetilmez” başlıklı baş makalesinde işaret ettiği gibi - Nedim Şener’in aleyhindeki delillere ulaşmasının engellenmesi gibi yasal bir garabet karşısında bile suskun kalmayı tercih ediyor.
Adalet Bakanı’nın da suçlanan bir kişinin kendisini savunma hakkının bu şekilde ihlal edilmesi konusunda söyleyeceği anlamlı bir sözü yok. Bu da bize şunu gösteriyor: AKP şu anda Türkiye’nin itibarından çok, seçimleri gözeterek içerdeki siyasi çıkarlarını önemsiyor. Bunun için Ankara’nın taraf olduğu “Kopenhag Kriterleri”ni bile göz ardı etmeye razı.
12 Eylül referandumunu sonrasında yapılan anketler ve araştırmalar, anayasal değişiklikler için “evet” veya “hayır” diyenlerin eğitim düzeylerinde ters bir orantının söz konusu olduğunu gösteriyor. Özetle, eğitim düzeyi düştükçe “evet,” yükseldikçe de “hayır” deme olasılığı artıyor.
Bundan da, “evet” diyenlerin önemli bölümünün “anayasa” ve “ileri demokrasi” adına değil, “AKP yandaşlığı” adına oy kullandıkları anlaşılıyor.
Bu tespit ışığında hükümetin “ileri demokrasi” söylemine bakıp, Abraham Lincoln’ın ünlü sözünü burada bir kez da tekrarlamak istiyoruz: “Bazılarını her zaman, herkesi de bazen, fakat herkesi her zaman kandıramazsınız.”
Son sözü ise Nobel Ödüllü Fransız yazar Albert Camus’ye bırakıyoruz: “Özgür basın iyi de olabilir kötü de. Ancak özgür değilse her halükarda kötüdür.”