Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Hükümetin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanarak çelişkili görüntüler vermesini birçok yazar gibi biz de eleştirdik. Buna karşın Türkiye’nin bölgede önemli roller oynamaya aday olduğunu kabul ediyoruz. Zira, NATO şemsiyesi altında Libya’ya müdahale eden Batılı ülkelerin sahip olmadıkları avantajlara sahibiz.
Bu da sadece bölgenin en güçlü ülkesi olmamızdan değil, nüfusumuzun ağırlıklı olarak Müslüman olmasından kaynaklanıyor. Fakat bu potansiyelin gerçekleşmesi için Ankara’nın bölgeye dönük siyasetinde önce ciddi bir “kalibrasyon ayarı” yapması ve bunu yaparken şu temel soruyu yanıtlaması gerekiyor:
“Türkiye, laik demokratik yapısıyla, Batı’nın İslam âlemindeki uzantısı mı, yoksa İslam âleminin Batı’daki uzantısı mı?”
Gelecek malum eleştirilere karşı burada “Batı’nın çıkarlarına hizmet etmek” gibi bir şeyden söz etmediğimizi hemen vurgulamak isteriz. Yani, kültürel, siyasi, askeri veya ekonomik teslimiyetçilikten bahsetmiyoruz. İlkeler ve değerler üzerinden konuşuyor ve “medeniyetler arası köprü” olma özelliğimizin ötesinde bir şeyden söz ediyoruz.
Kaldı ki, “köprü olmak” bizim için aslında sanıldığı kadar etkin bir konum değil. Hayati de olsa, köprünün basit bir görevi vardır. İki yakayı birleştirir ve üzerinden geçilir, o kadar. Oysa eriştiği ekonomik büyüklük ile siyasi ve askeri güç itibariyle Türkiye’nin bundan daha fazlasını yapabileceği ortada.
AKP’de başından beri bölgeye dönük iddialı görüşlerin olduğunu biliyoruz tabii. Merhum Erbakan’ın düşlediği, “Müslüman AB’si” veya “Müslüman NATO’sunun” bizde bir kesimin özlemi olmaya devam ettiği de aşikâr. Bu arada Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun vizyonunun, Türkiye’nin Ortadoğu’da “oyun kurucu” olmasını içerdiğini de biliyoruz.
Ancak, mevcut karmaşa karşısında bölgede arzulanan istikrara ne zaman kavuşulacağının bilinememesi, bu iddialı yaklaşımı -en azından görülebilir gelecek açısından- “fantezi” sınıfına sokuyor. Şimdi ise çok başka şeyler ön plana çıkıyor.
Özetle, Başbakan Erdoğan’ın önce Mısır’a, şimdi de Suriye’ye doğrudan veya dolaylı olarak telkin ettiği “temsili demokrasi,” “hesap verebilirlik” ve “insan hakları” gibi kökü Batı’da yatan kavramlardan söz ediyoruz. Erdoğan’ın bu telkinlerinden de yararlanarak, Türkiye’nin, düzeni itibariyle, Batı’nın İslam âlemindeki uzantısı olduğunu da açıkça söyleyebilmeliyiz artık.
Bunun da Batı için olduğu kadar İslam âlemi için de bir avantaj olduğunu düşünüyoruz, zira değişim sürecine girmiş olan ve bu çerçevede “muasır medeniyetten” yana tercih sergilemeye başlayan Ortadoğu insanının yol gösteren örneklere ihtiyacı var. Türkiye’nin, sevabı ve günahıyla hâlâ süren demokratikleşme çabaları ise, bölge için aynen taklit edilebilecek bir şablon sağlamasa bile, önemli dersler içermektedir.
Ankara’nın bu çerçevede bölge ülkelerine şimdi, “modernite” arayışının, “din eksenli” değil, herkesin inancına saygılı olan laik ve demokratik eksenli evrensel bir olgu olduğunu anlatması gerekecektir. İster Mısır’daki Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında baş gösteren gerginlik olsun, ister Bahreyn’de tehlikeli bir yön alan Şii-Sünni mücadelesi olsun, böyle bir düzenin kaçınılmazlığı da zaten yaşanan gelişmelerle görülüyor.
Bunun yanı sıra Türkiye’nin bölgede önemli başka roller üstlenebileceği, hatta bizce üstleneceği de ortada. Örnek olarak Libya’ya bakabiliriz. Bugün Ankara yabancı postalların o ülkeye ayak basmasını istemiyor. Yapılan Irak ve Afganistan benzetmelerinden de, “yabancı” derken Batılı askerlerin kastedildiği anlaşılıyor.
Buna karşın Libya’da barışçıl amaçlı yabancı askerlere ihtiyaç duyulabilir. Afganistan’da olduğu gibi, Türkiye’nin bu ülkeye açıdan bir katkıda bulunması, Libyalılar gözünde Batılı bir ülkeden gelecek olan benzeri katkı ile aynı görülmeyecektir. Özetle bölgede yaşananlar karşısında Türkiye’ye sadece nasihat vermek değil, bunun ötesinde de görevler yükleyecektir. Bunlara da hazırlıklı olmalıyız.