Başbakan Erdoğan’ın Muammer Kaddafi’den “halk desteği olan bir devlet başkanı atamasını” istemesi, sonu belirsiz bir durum karşısındaki çaresizliğin ifadesidir. Bu ayrıca, Ankara’nın her şeye rağmen Kaddafi’ye oynadığını gösteriyor. Erdoğan’ın NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkması da bu izlenimi pekiştiriyor.
Erdoğan’ın, Kaddafi’nin atayacağı bir liderin bu saatten sonra üzerine ateş açtığı halk tarafından desteklenebileceğini düşünmesi, bölgede olup bitenlere ne kadar hâkim olduğunu tekrar sormamıza neden oluyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun İstanbul’da yapılan “Değişim Liderleri Zirvesi”nde “Türk dış politikasının Ortadoğu’daki değişimi doğru algıladığını” söylemesine karşın, bizim bu konuda da kuşkularımız var.
Sonuçta ister Tunus ve Mısır’da, isterse Libya’da olsun, yaşananlar Türkiye’yi de en az Batı kadar hazırlıksız yakaladı. Bunu başka gelişmelerde de görüyoruz. Örneğin, Ankara Batı’ya “Libya’ya müdahale etme” uyarıları yetiştirmeye çalışırken, bölgedeki esas müdahale Suudi Arabistan’dan geldi.
Bahreyn’deki Sünni yönetimin Şii ayaklanması karşısında yardım istemesi üzerine, Körfez İşbirliği Konseyi o ülkeye, Suudi Arabistan’ın başını çektiği bin kişilik bir güç gönderdi.
Bizde, Suudi Arabistan ile Bahreyn’in zaten “ABD uşakları” olduğunu söyleyerek, bu adımın arkasında Washington’un olduğunu savunan çok kişi çıkacaktır.
Bu gelişme tabii ki Washington’un da işine geliyor, ama Suudi müdahalesinin arkasında illa da ABD’nin olması gerekmiyor. Sonuçta, Körfez’deki Sünni yönetimlerin, on yıllarca baskı altında tuttukları Şiilerin haklarını aktif bir şekilde talep etmeleri karşısında rahatsız oldukları biliniyor.
Başta Suudi yönetimi olmak üzere, bu yönetimlerin Şiilere destek sağlayan İran’ı “ana tehdit” olarak gördükleri de biliniyor. Nitekim Suudi Kralı’nın, İran’ı kastederek, ABD’den “Yılanın başının ezilmesini” nasıl istediği Wikileaks sayesinde ortaya çıktı.
Özetle, Şiilerin haklarına sahip çıkmaya başlamaları sonrasında, Körfez’i ellerinde tutan baskıcı Sünni yönetimlerin, Bahreyn’de olduğu gibi, askeri müdahalede bulunmak için illa da ABD’nin teşviklerine ihtiyaçları yok. Kendi vehimleri ve stratejik hesapları buna yetiyor.
Bu durumda AKP’nin, Suudi Arabistan ile İran’ın başını çektikleri “Sünni-Şii Soğuk Savaşı’nın” ayyuka çıkmaya ve sıcak olaylara işaret etmeye başlaması karşısında bir politikası var mı acaba? Irak’ı da içine alacak olan geniş çaplı mezhep çatışmalarının engellenmesi için “bölgedeki değişimi iyi algıladığını” söyleyen hükümet ne yapıyor?
Bu arada, Türkiye’den Batı’ya laf yetiştirilmeye çalışılırken, önemli bazı kilit gelişmelerden nedense hiç söz edilmiyor. Örneğin, ABD dâhil, Batılı ülkelerin çoğu, Irak ve Afganistan’a bakarak, Libya’ya askeri müdahale konusunda son derece çekingen davranıyorlar.
Nitekim ABD ve AB, topu Güvenlik Konseyi’ne atmış bulunuyorlar. “Müdahale ancak BM onayı ile olur diyorlar.” Libya’ya acil askeri müdahale isteyen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy bile bunu söylüyor. Fakat Rusya ve Çin’in itirazları nedeniyle mevcut koşullarda Güvenlik Konseyi’nden böyle bir kararın çıkması zor görünüyor.
AKP iktidarının önemsemediği ikinci gelişme ise, Arap Birliği’nin cumartesi günü kabul ettiği bir kararla Güvenlik Konseyi’nden Kaddafi’ye karşı uçuş yasağı ilan etmesini istemesiydi. Özetle, Ankara burada Arap Birliğine karşı da kontrpiyeye düşmüş bulunuyor. O zaman şu sorunun yanıtı daha da önem kazanıyor:
Güvenlik Konseyi, AB Konseyi ve Arap Birliği Kaddafi’ye karşı “uçuş yasağı” konusunda anlaşırlar ve konu NATO’ya gelirse, Türkiye orada veto hakkını kullanacak mı? AKP iktidarı, bu hakkını kullanırsa, son Libya yaptırımlarında olduğu gibi, tekrar yalnız kalacağını; kullanmazsa o zaman şimdiki Libya söylemi ışığında kamuoyu önünde çelişkiye düşeceğini görüyor mu?
Türkiye’de Libya konusunda büyük laflar ediliyor, fakat akla yukarıdaki gibi çok sayıda soru geliyor. Yanıtları ise belli değil.