Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Suriye’de işler günden güne kötüye giderken gelişmeler Batı’da çaresizlik içinde izleniyor. Hemen hemen herkes bu ülkede bir iç savaşın patlak vermesi halinde bunun bölgede ve dünyada istikrarsızlığı artıracağını biliyor. Mezhep çatışmasından İran ve Suudi Arabistan faktörüne, aşırı dinci terör örgütlerinin durumdan istifade etme çabalarından İsrail’in tüm bölgeyi karıştıracak olası müdahalesine kadar işin son derece tehlikeli boyutları var.
Türkiye’yi bir şekilde etkilememesi neredeyse imkansız olan bu gelişmeler karşısında, uluslararası camianın Ankara’dan beklentileri de giderek artıyor. Son günlerde Batı basınında peş peşe çıkan yorumlarda, “Türkiye’nin Suriye’deki duruma gecikmeden müdahale etmesi gerektiğine” dair bir algının gelişmekte olduğunu görüyoruz.
Bu çerçevede AKP iktidarına dönük, “madem ki bölgede etkin olduğunu söylüyorsun, o zaman Suriye için daha fazlasını yapman gerekiyor” şeklindeki ortak görüş dikkat çekiyor. Tabii bu arada, “Türkiye’nin aslında yapabileceği fazla bir şey olmadığına,” veya “Ankara’nın demokrasiden yana ağırlığını koyarak etkisini göstermesi için treni kaçırdığını” söyleyenler de yok değil.
Başbakan Erdoğan’ın Beşar el Esad ile yakın ilişkileri bilinmesine rağmen, Suriye’de cuma günü yapılan rejim aleyhtarı gösterilerde, yer yer Türk bayrakları ve Erdoğan portelerinin taşınası ise Ankara açısından işi daha da karmaşık kılıyor.
Yalın bir şekilde söylemek gerekirse, Erdoğan, Esad’dan vazgeçmeye henüz hazır olmamasına rağmen, Esad ve rejiminin mutlaka gitmesi gerektiğini düşünenlerin de umudu haline geliyor. Bunu tabii ki Erdoğan’ın “yeni Hama’lar görmek istemiyoruz” söylemine bağlamak mümkün.
Fakat, Türkiye, bir yandan kendi ekonomik ve güvenlik çıkarlarını kollarken, diğer yandan hem Batı’nın, hem Esad’ın, hem de Esad ve Baas karşıtlarının beklentilerini aynı anda tatmin edebilecek durumda değil. Ancak, bu, Suriye’deki gelişmeler karşısında atıl kalıp gelişmeleri endişeyle de olsa izlemekle yetinebileceği anlamına gelmez.
Tam aksine gelişmeler Türkiye’nin mutlaka bir rol oynaması gerekeceğini açıkça gösteriyor. Bu rolün Esad ile Baas kodamanlarına yapılan “reform sürecini hızlandırın” çağrılarının çok ötesinde bir şey olması gerekeceği de aşikar.
Öte yandan, Suriye’deki Kürtlerin de örgütlenmeye ve siyasi taleplerde bulunmaya başlamalarının, Ankara açısından konuya çok daha farklı bir aciliyet getirdiğini anlamak için uzman olmak gerekmiyor.
Bütün bunlar, nasıl bir oy farkı ile olacağı belli olmasa da 12 Haziran seçimlerini kazanacağı uluslararası camia tarafından da varsayılan AKP’nin yeni dönemde hiç zaman geçirmeden ele atması gerekeceği konuları da ortaya koyuyor.
Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bölgeye dönük vizyonları mevcut bölgesel statüko üzerine kuruluydu. Başka bir ifadeyle hesapları Esad’ların, Kaddafi’lerin, hatta AKP tarafından hiç bir zaman sevilmeyen Mübarek’lerin bile demokrasi yolunda “evrilmeleri” üzerine kuruluydu.
Özetle, hesapta bu rejimlerin “devrilmesi” yoktu. Fakat, bugün durum köklü bir şekilde değişmiştir. AKP iktidarının bundan böyle, Suriye’de nihayet çöken Ortadoğu vizyonunu bir yana bırakarak, bölgedeki dinamikleri ve gelişen dengeleri daha gerçekçi temellere oturtan politikalar üretmesi gerekecektir.
Bu politikaların temeline demokrasi, insan hakları ve laiklik gibi kavramların oturtulması ise şart olacaktır. Öte yanan, BM Genel Sekreteri’nin kurduğu “Mavi Marmara Paneli”nin sızmaya başlayan ve Ankara’yı kızdıran bulguları nedeniyle, ilişkiler daha da kötüye gidiyor olsa bile, İsrail ile - herhangi bir “sevgi” bağına dayanmasa da - işlevsel bir ilişkinin tesis edilmesi de gerekecektir.
Tarihin ne garip bir cilvesidir ki, İsrail ile bağları koparan bir Türkiye’nin Ortadoğu’da oynayacağı rolün sınırlı olacağını belirten ilk kişilerden biri Beşar el Esad’dı.