Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan Erdoğan’ın salı günü yaptığı Libya açıklaması, Ankara’nın Kaddafi’yi gözden çıkarıp Bingazi’deki Batı destekli muhaliflere meyil etmeye başladığını gösteriyor. Erdoğan’ın dünyada etki yaratan açıklamasındaki şu sözleri de dikkat çekti:
“Yeni Hama ve Humus’ların ve yeni Bosnaların yaşanmasını istemiyoruz. Biz artık İslam dünyasının kan ve gözyaşıyla anılmasını istemiyoruz. Liderler, vicdani, insani tercihler yapmak zorundadır.”
Buradaki hedefin de Beşar El Esad olduğu ortada. Neticede hiç kimse baba ve amca Esad’ın 1982’de özellikle Hama kentinde gerçekleştirdikleri katliamı unutmuş değil. Erdoğan’ın bu sözleri, Türkiye’nin Şam’a desteğinin de artık “sınırsız” olmadığını gösteriyor.
Erdoğan’ın sözleri ayrıca Türkiye’yi Libya ve Suriye konusunda Batı ile neredeyse aynı çizgiye getirdi. Bu “ayarın” perşembe günü Roma’da yapılan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da katıldığı Libya toplantısının hemen öncesinde gerçekleşmesi de zaten dikkat çekti.
AKP’nin bölgedeki gelişmeler karşısındaki sıkıntısını, Roma’ya giden Davutoğlu’na refakat eden dostumuz Aslı Aydıntaşbaş’ın dün aktardıklarında da görmek mümkün. Davutoğlu, Libya ve Suriye konusunda Ankara’nın daha önce takındığı ve bundan dolayı çok eleştirildiği rejim yanlısı tutumu şöyle açıklamış:
“Ki geldiğimiz siyasi bilinç, Ortadoğu halklarının yanında yer almayı gerektiriyor... Ama diğer taraftan bölgede sorumlu bir devlet olarak sanki bir gençlik hareketi gibi halkın hissiyatına paralel davranmak büyük çalkantılara yol açabilir.”
Geçmişte “reel politika”nın önemini, özellikle de İsrail bağlamında, telaffuz ettiğimizde AKP’ye yakın çevrelerden sert eleştiriler aldık. Beşar El Esad’ın geçen yıl sarf ettiği ve “Türkiye, İsrail ile ilişkiyi keserse Ortadoğu sorunu çerçevesinde rol oynayamaz” anlamına gelen gerçekçi sözlerini aktarmamızın Davutoğlu’nu çok kızdırdığını da biliyoruz.
Oysa Davutoğlu’nun da artık geçmişte yansıttığı “idealizmden” uzaklaşarak, “reel politika”nın önemini vurgulamaya başladığını görüyoruz. Madem bu noktaya gelindi, o zaman İsrail ile ilişkilerin de aynı çerçevede ele alması gerektiğini düşünüyoruz.
Zaten bize göre, “reel politika” gereğince İsrail ile ilişkilerin bu denli bozulup kopma noktasına gelmesi Mavi Marmara olayından önce önlenmeliydi. Zamanında rahmetli Ecevit de Filistin halkına çektirdiği sıkıntılar nedeniyle İsrail’i en sert ifadelerle suçlamış, fakat reel politika uğruna ilişkilerin kopma noktasına gelmesine izin vermemişti.
Mavi Marmara olayından sonra ilişkilerin normalleştirilmesinin artık her iki kamuoyunun hoşlanmayacağı özel çabalar gerektireceği aşikâr. Fakat Davutoğlu’nun, yukarıda aktardığımız, “...bölgede sorumlu bir devlet olarak sanki bir gençlik hareketi gibi halkın hissiyatına paralel davranmak büyük çalkantılara yol açabilir” sözleri de ortada.
Öte yandan Erdoğan’ın Türkiye ile siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan geri kalmış bölge ülkeleri arasındaki uçurumu vurgulamaya başlaması da “reel politika” adına önemli bir gelişmedir. Erdoğan’ın, BDP destekli bağımsız aday Aysel Tuğluk’un Kürt meselesi bağlamında Mısır veya Suriye’ye dönebileceğimize dair savına verdiği ve aşağıda bir bölümünü aktardığımız yanıtı şöyle:
“Bir defa, oralarda bir demokratik ortam söz konusu değil. Parti kurmaktan tutun da seçimleri yapmaya kadar bunların hiçbirisi mümkün değildir. Otokratik bir yapı mevcuttu. Türkiye’de ise demokratik bir yapı var.”
Ankara’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikalarını, Erdoğan ile Davutoğlu’nun yansıtmaya başladıkları gerçekçi fakat aynı zamanda demokrasi ve insan haklarını vurgulayan anlayış çerçevesinde yürütmesi, Türkiye’nin bölgede tekrar kilit oyuncu olmasının önünü açacaktır.