Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye’nin 40 şehrinde internet sansürüne karşı düzenlenen yürüyüşler uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekti. Wall Street Journal’dan New York Times’a, Le Monde’dan Guardian’a kadar dünyanın en tanınmış gazeteleri konuya yer verdiler. Freedom House gibi basın ögürlüğünü denetleyen uluslararası kuruluşların Türkiye’yi basın özgürlüğü konusunda “en kötüleri” arasında yerleştirmeleri ise işin cabası.
Anlayacağınız hükümet ve medyadaki destekçileri istedikleri kadar aksini kanıtlamaya çalışsınlar, Türkiye’nin “sansürcü bir devlet” olduğuna dair algı oturmuş bulunuyor.
O kadar ki, geçen hafta ABD’nin ileri gelen düşünce kuruluşlarından Wilson Center’da bir sunumda bulunmak için gittiğimiz Washington’daki özel konuşmalarımız sırasında bu konuda çok sayıda soru ile karşılaştık.
“Kendine dikkat et, yazdıkların hükümetin hoşuna gitmezse başına bela alırsın” şeklindeki “dost telkinleri” ise gerçekten üzücüydü. Nedim Şener ve Ahmet Şık’a yapılanlar Türkiye’de basın özgürlüğünü izleyenler için bardağı taşıran damla olmuş. “İnternet sansürü” tartışmaları ise ülkemizin “fikir özgürlüğüne saygı” açısından itibarını daha da zedeliyor.
Burada şuna da işaret etmeliyiz. Bu konuyu ele aldığımızda hükümete yakın gazeteci dostlarımızdan telkinler alıyoruz. “Doğan grubundansın (o zaman öyleydi), niçin oto sansürden, Cüneyt Ülsever’e yapılanlardan falan söz etmiyorsun. Etmedikçe inandırıcı olmadığını görmüyor musun?” şeklinde sitemler işitiyoruz.
Bunun tartışmasına burada girmeyeceğiz. Sadece şu kadarını söyleyeceğiz: Hükümete yakın gazetecilerin de ellerinde önemli olanaklar var. İngilizce yayınları da olan güçlü medya gruplarına dâhiller. Aralarında yabancı gazetelere yazılar yazabilen -ve yazan- dünyaya vakıf eğitimli kişiler var.
Buna rağmen Türkiye’de hükümetin ve devletin sansürcü olduğuna dair algıyı kıramıyorlar. Batılı muhataplarına dönük, “Türkiye’deki gerçekleri çarpıtanlara fazla güveniyorsunuz” şeklindeki eleştirileri ise “bizi aptal yerine koymayın” yanıtıyla ters tepiyor. Türkiye’nin interneti sansürlediğine dair algı da kolay kolay kırılacağa benzemiyor.
Hükümetin ve ilgili devlet birimlerinin “Sansürlemiyoruz, Avrupa’da olduğu gibi filtre seçenekleri veriyoruz” söylemi de ikna etmiyor. İşi araştıranlar görecektir. Batı’daki filtrelerin neredeyse yüzde 98’i “çocuk pornografisi” veya “şiddet içeren cinsel içerik” için tesis edilmiş bulunuyor.
Hiçbir Batılı ülkede “Ahlak anlayışımıza, örf ve âdetlerimize, siyasi geleneklerimize aykırıdır” anlayışıyla bir filtreleme yapılmıyor. Bu istense de yapılamıyor çünkü yapmaya çalışanların karşısına fikir özgürlüğü yasaları çıkıyor. Filtreleme veya daha açık deyimi ile sansürleme ise bireylerin tasarrufuna bırakılıyor.
Başka bir deyişle çocuklarını yetişkin yayınlarına karşı korumak için “firewall” kurulumunun sorumluluğu bireylere bırakılıyor. Bireyler ne yapılacağını bilmiyorlarsa, yardımcı olan şirketler ve kuruluşlara danışıyorlar. Çoğu ülkede bu yardımı hizmet sunucuları sağlıyor.
Türkiye’de “Standart Paket”e abone olanlar için bir şey değişmeyecek deniyor. Ancak bu pakete abone olanların daha şimdiden, farklı gerekçelerle kapatılmış olan ve bu yüzden giremedikleri binlerce site var.
Pederşahi devletin ve hükümetin bireyin tercihlerine -daha açık konuşmak gerekiyorsa yasal olan cinsel içerikli yetişkin yayınlarına erişmesi- Türkiye’nin üzerinden atamadığı bir hastalık olmaya devam ediyor. William Burroughs’un “Patlamış Bilet” adlı kitabına ahlak gerekçesiyle dava açılması bunun son örneği.
Söz konusu kitap ABD’de 50 yıl önce yasaklanmaya çalışılmış fakat bu çaba sonuçta başarılı olmamıştı. Demek ki, son derece muhafazakâr ve dindar bir toplumu olan ABD’nin bile bu açıdan yarım asır gerisindeyiz. Aslında bize sorarsanız daha da gerideyiz.
Bu açıdan henüz Abdülhamit’in istibdat dönemini dahi aşamamışız.