Türkiye son altı ay zarfında Ortadoğu politikasında önemli düzeltmeler yaptı. Bu durum özellikle Libya konusunda görülüyor. Bu köklü değişim elbette ki zorunluluktan kaynaklandı. Sonuçta Ankara’nın evde yaptığı hesaplar çarşıya uymadı. Açıkça söylemek gerekiyorsa AKP hükümeti “Arap Baharı”nın nedenlerini ve seyrini ilk etapta doğru tahlil edemedi.
Sonuçta Türkiye, Batılı müttefikleri nezdinde olumsuz izlenimlere de yol açan bir şekilde, “NATO’nun Libya’da ne işi var” söyleminden, muhaliflerin bulunduğu Bingazi şehrinin Tahrir meydanında kalabalığa, “Ey Ömer Muhtar’ın çocukları” diye selam gönderen bir noktaya geldi.
Türkiye’nin, Bingazi’de bundan kısa bir süre önce “Kaddafi’ye arka çıkıyor ve NATO operasyonunu engelliyor” gerekçesiyle muhalifler tarafından protesto edilmesinden sonra bu noktaya gelmesi kuşkusuz önemli bir değişime işaret ediyor.
Ankara bu değişimle baskıcı rejimlerden ziyade halkların meşru demokratik talepleri yanında yer alacağını da göstermiş oluyor. Bunun emarelerini Ankara’nın yine son aylarda değişime uğrayan Suriye politikasında da görüyoruz.
Kahire ve Bingazi’yi yeni ziyaret eden Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun oralardaki söylemiyle, Başbakan Erdoğan’ın “Balkon konuşmasının” çağrışımlarını da hesaba katarsak Ankara’nın artık bölgede demokrasi ve özgürlükleri savunacağını çıkarabiliriz. Buna elbette ki insan haklarını da katmak gerekiyor.
İşte bu noktada, “Arap Baharı”nın sadece bölgedeki ülkeleri değil, aynı zamanda Türkiye’yi de sınadığını görmeliyiz. Aslı Aydıntaşbaş pazartesi günkü yazısında buna dolaylı olarak çok isabetli bir şekilde işaret etti.
Özetle, “Şam’a başka Sivas’a başka” kriter uygularsanız, yani Şam’da güvenlik güçlerinin halka dönük şiddetini kınarken, Türkiye’de polis şiddetine bahane ararsanız, “inandırıcılık” açısından ciddi darbe alırsınız. Sadece bu değil, biz Türklerin Batı söz konusu olduğunda adeta şehvetle sarıldığımız “çifte standart” suçlamasına da kendinizi teslim edersiniz.
Başka bir ifadeyle, Türkiye bölgesinde demokrasi, özgürlükler ve insan hakları konularında ilham kaynağı olacaksa, her şeyden önce kendisinin bu açılardan belli bir standarda eriştiğini kanıtlamak zorundadır. Oysa hükümetin bugün Libya, Suriye ve Mısır gibi ülkelere bulunduğu tüm olumlu telkinler açısından karnemiz kırık.
Madımak otelinin önünde bu yıl yaşananlar ise bu açıdan ciddi bir şekilde sırıttı. Burada sadece polis şiddeti değil, aynı zamanda mezhepler arası hoşgörüsüzlüğün de yansımaları vardı ki, bizce işin en tatsız yanı buydu.
Ortadoğu’da bu düzlemdeki hoşgörüsüzlüğün tehlikeli bir şekilde arttığı bir sırada Sivas’tan yansıyan o görüntülerin “bürokratik mimarlarının” hangi devirde yaşadıklarını sandıklarını sorgulamamız gerekiyor.
Madımak otelini bir “utanç müzesi” yapmayı zül gören zihniyetle, Almanya’nın Solingen kentinde 1993 yılında aşırı sağcılar tarafından kundaklanan evde öldürülen beş Türk için aksini savunan zihniyet de kaçınılmaz olarak sırıtıyor.
Öte yandan basın ve düşünce özgürlüğü diyecek olursanız, Türkiye’nin bu açılardan şu anda bölgedeki herhangi bir ülkeye ilham olabileceği kuşkulu. Temsili demokrasi ve seçilme hakkı konusuna gelince, Meclis’te yaşananlar ortada. Kürt sorununun demokratik ölçütler içinde nasıl çözüleceği de hâlâ bir muamma.
Bu arada, Mısır’ın yeni ve demokratik bir anayasa oluşturma mücadelesi verdiği bir dönemde, Türkiye’de yeni anayasa etrafında kopacağını şimdiden gördüğümüz fırtınaların da bölgeye nasıl ilham vereceğini merak etmek elde değil.
Sonuçta şunu kabullenmeliyiz. Türkiye sıraladığımız bütün bu demokratik unsurlar açısından henüz “tamamlanmış bir proje” değil. Hâlâ yapılacak çok iş var ve bazı şeyleri yapmakta ciddi şekilde zorlanıyoruz.
Bu nedenle Arap Baharı aynı zamanda Türkiye açısından da önemli bir sınav oluşturuyor. Zira Türkiye, sözünü ettiğimiz açılardan kendi evini düzene sokabilirse, ancak o zaman başkaları için gerçekten “ilham” ve belki de “model” olabilir.