Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Alman mevkidaşı Guido Westerwelle ile geçen hafta İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında, hükümetin seçimler sonrasındaki en önemli gündem maddesinin AB ile ilişkiler olacağını söyledi. Davutoğlu, Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğünü ve AB ile en kısa zamanda bütünleşme iradesine sahip olduğunu vurguladı.
Avrupa’nın Türkiye’ye dönük “çifte standartlarına” da işaret ederek Davutoğlu, Türkiye-AB ilişkilerinin “artık yeni bir stratejik bakış açısı gerektirdiğini” de söyledi. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini söylemese de, biz bu ilişkilerin, üstelik AB’nin krizden krize koştuğu bir sırada, yeni bir anlayışa dayandırılması gerektiğine inananlardanız.
Ancak buna geçmeden önce işaret edilmesi gereken bir husus var. AB konusu ne seçimler öncesinde, ne seçim kampanyalarında, ne de seçimler sonrasında siyasetçilerle kamuoyunun gündemini fazla işgal etti. Bu yüzden Davutoğlu’nun bu sözleri dikkat çekiyor.
Biz şahsen “AB perspektifimiz” ile ilgili sözlerinden çok, Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğüne” ilişkin sözlerini önemsedik. Bu AKP tarafından fazla vurgulanan bir husus değil. Tam aksine Başbakan Erdoğan konuyu Avrupa’yı “tek dişli canavar” olarak tasvir etme noktasına kadar taşımıştı.
Siyasi laboratuvar
Oysa, tarihte yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Avrupa her zaman modern ve çağdaş bir Türkiye arzulayanların baktığı bir kıta olmuştur. Yüzeysel “taklitçi” kesimleri bir yana bırakırsak, bu hiç bir zaman “Fransızlaşma” veya “Almanlaşma” anlamına da gelmemiştir.
Avrupa sonuç itibariyle kendi kanlı tarihi neticesinde “modernite” açısından her zaman bir siyasi laboratuvar olmuştur. Bugünkü Avrupa’nın, AB müktesebatında somut ifadesini bulan, “evrensel” ve “işlevsel” değerler etrafında toplanmaya çalışması da bu yüzdendir.
Güncel bir örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı Gül’ün de çeşitli şekillerde dile getirdiği gibi, Avrupa’da 1848 yılında yaşananların sebep ve sonuçları bilinmeden, “Arap Baharı” denen olguyu tüm boyutlarıyla anlamak da mümkün değil. Farklı medeniyetler söz konusu olsa bile, modern çağda toplumların aynı süreçleri takip ederek ilerledikleri (veya ilerleyemedikleri) böylece daha net görülüyor.
AB’nin 5-10 yıl sonra hangi şekli alacağını bilemiyoruz. Türkiye’nin AB perspektifinin de bu süre zarfında nasıl gelişeceğini tahmin etmek güç. Fakat AB’nin, bizde ve Avrupa’da bazılarının adeta temenni ettikleri gibi dağılmayacağı da kesin. Türkiye-AB ilişkilerinin “nihai bir kopuşa” gideceğini söylemek de zor.
Tek düze bir?Avrupa mı?
Bizce AB gelecekte, üyeleri arasında farklı derinlikleri olan ve değişik derecelerdeki bütünleşmeleri temsil eden “kümelerden” oluşacak. Yani, hep bahsedilen “çok vitesli Avrupa”dan söz ediyoruz. Bu kümeler de kuşkusuz sosyal, kültürel, siyasi, güvenlik ve ekonomik bazlı önceliklere dayanacak.
Türkiye’nin “tek düze” bir Avrupa’ya oranla, bu tür kümelerden oluşan bir Avrupa ile, “çeşitlilikten” kaynaklanan karşılıklı avantajları olan ilişkiler kurabileceğini düşünüyoruz. Bu arada, Türkiye dünyanın farklı bölgelerine de açılıyor olsa bile, Avrupa’nın bizim için özellikle ekonomik alandaki önemi giderek artacaktır.
Bunu daha yeni yayınlanan dış ticaret rakamlarında da görüyoruz. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin söylediği gibi, “Avrupa’nın ihracatımızdaki ağırlığı ve önemi her zaman devam edecek.” Buna sadece ihracat konusunu değil karşılıklı yatırım ve bu teknoloji transferi gibi hayati konuları da eklememiz gerekiyor.
Öte yandan, çevremizde yaşananların gösterdiği gibi, Türkiye savunma açısından da kendisini Avrupa’dan soyutlayabilecek durumda değil. Özetle, Türkiye’nin hem siyasi, hem sosyal, hem ekonomik, hem de savunma açısından Avrupa’yı unutup yüzünü başka taraflara çevirmesi kolay değil.
Davutoğlu’nun “Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğüne” dair sözü bu nedenle önemli. AB ile ilişkilerin başta öngörülenden farklı şekiller alması ise bu temel gerçeği değiştirmeyecektir.