Bundan sadece 75 yıl önce dünyaya onca acılar çektirmiş olan Almanya’nın tarihinden ders almama gibi bir lüksü yok. William Shirer, Nazi Almanyası’nın yükselişi ve çöküşünü bizzat izleyerek en iyi kaleme almış olan gazeteci-araştırmacılarının başında gelir.
Shirer, Türkçeye de çevrilmiş olan dev yapıtının 1990 tarihli baskısının “son sözünde” çarpıcı bir tespitte bulunur. Batı’da birçok kişinin Almanların İkinci Dünya Savaşından sonra değiştiklerine inanmasına karşın kendisinin bundan çok emin olmadığını yazar.
Bunu bizzat tanık olduğu şeylerin ışığında “yanlı olarak” söylemiş olabileceğini teslim ettikten sonra, “İşin gerçeği şu ki, hiç kimse bu önemli sorunun yanıtını bilmiyor” der.
Thilo Sarazzin gibi “Neo Nazi ideologlarının” prim yaptıkları, aşırı sağın mevcudiyetini yeniden hissettirdiği, dahası, yapılan araştırmalara göre, gençlerin yüzde 20’sinin “Auschwitz”in ne olduğunu bilmediği bir Almanya için bu gerçekten ciddi bir soru.
Özür dileme zafiyeti
Neo Naziler tarafından öldürülen sekiz Türk, bir Yunanlı ve bir Alman’ı anmak için geçen hafta Berlin’de yapılan devlet tören de bu nedenle çok önemliydi. Bizde bu töreni alışmış bazı şablon ifadelerle azımsamaya
Yirmi yıl önce bugün, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş sırasında, stratejik konumdaki Hocalı kentinde feci şeyler yaşandı. Ermeni birlikleri ile Bağımsız Devletler Topluluğu’na bağlı güçler -ki çoğunun Rus olduğu söyleniyor- iki ateş arasında kalan Azeri sivilleri kadın, çocuk, yaşlı demeden katlettiler.
Aralarında Human Rights Watch gibi ciddi uluslararası kuruluşlarının da yer aldığı insan hakları örgütleri, 25-26 Şubat 1992 tarihlerinde Hocalı’da yaşanan vahşeti kayıtlara geçirmiş bulunuyorlar. Öldürülenlerin sayısı hâlâ tartışma konusudur, ancak burada sayıdan çok bizce niyet önemlidir.
Bu niyeti ise o sırada Dağlık Karabağ’ın ayrılıkçı Ermeni önderlerinden olan şimdiki Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’a atfedilen sözler açıkça ortaya koyuyor. Thomas De Waal adlı İngiliz gazeteci ve Kafkasya uzmanı, “Karabağ: Savaşta ve Barışta Ermenistan ve Azerbaycan” adlı kitabında Sarkisyan’ın şu sözlerini aktarıyor:
“Hocalı’dan önce Azeriler bizimle dalga geçtiklerine inanıyorlardı. Biz Ermenilerin sivil halka karşı el kaldıramayacağımızı düşünüyorlardı. O sabit bakış açısını kırmayı başardık. Olan da buydu. Tabii orada Bakü ve Sumgait’ten kaçan gençlerin olduğunu da
Yunanistan’da yaşananlara “sokaktaki adam” gözüyle bakıldığında, bir zamanlar “ekonomik gelişmenin”, “zenginleşmenin” ve “toplumsal barışın” baçlıca aracı olarak sayılan AB’yi artık “kurtarıcı” olarak görmek mümkün değil. Aksine, Yunanlılar için AB “fakirleşmenin” ve “toplumsal huzursuzluğun” aracı haline dönüşmüş bulunuyor.
Brüksel’de pazartesi günü yapılan çetin müzakerelerden sonra Yunanistan’a verilmesi kararlaştırılan 130 milyar euro’luk “yardım paketi” de “sokaktaki Yunanlıya” bir yarar sağlamayacak. Paranın ağırlıklı bölümü Yunanistan’a borç verenlere gidecek.
Yunanistan da bu sayede temerrüde düşmekten kurtulacak, ancak Yunan halkı iflastan kurtulamayacak. Aksine, bu para için varılan anlaşma gereğince işsizlik artacak, insanlar daha da fakirleşecek. Yunanistan’ın “düze çıkması” ise en iyi tahminlere göre 10 yıldan az bir zaman almayacak.
Görüntüyü bozan sadece bu değil
Özetle, Yunanistan konusunda çabalayan AB ülkeleri, zor duruma düşmüş olan sokaktaki Yunanlıya hizmet etmekten ziyade, euro’nun çöküşünü engellemeyi hedefliyorlar. Bu nedenle de Yunanistan’ı AB kurallarına uyan, üretken, tasarruf yapan ve vergi ödeyen bir ülkeye dönüştürmeye çalışıyorlar şimdi.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük asıl sorunu şu anda Beşar Esad. Esad bir an evvel gidecek olursa Türkiye çok memnun olacak. Öte yandan, Esad işbaşında kaldıkça, Suriye sorunu Türkiye açısından dallanıp budaklanıyor ve Ankara’nın istemediği mecralara sürükleniyor.
Bugün Ortadoğu, inançların yanı sıra hem bölgesel hem de küresel güçlerin çatıştığı karmaşık bir coğrafyadır. Bizdeki yaygın inanca göre, Ortadoğu kendi haline bırakılsaydı mesut bir bölge olacak iken, ABD ve İsrail müdahalesi yüzünden cehenneme dönmüş bulunuyor.
Fakat, bunu söylerken, bölgenin kendi dinamikleriyle ürettiği sorunları da göz ardı etmemek gerekiyor. Petrol zengini olmasına rağmen, Ortadoğu’yu geri kalmışlık içinde tutmuş olan ve bölgeyi “dış müdahalelere” her zaman açık kılmış olan temel faktör de zaten bölgedeki din, mezhep ve siyasi iktidar çatışmaları olmuştur.
AKP iktidarının bir zamanlar bölge için ortaya attığı iyi niyetli projeler açısından bakıldığında, işlerin Türkiye’nin istemediği yönlerde nasıl geliştiği daha net görülüyor.
Şu anda, farklı derecelerde ve amaçlarla da olsa, bölgede “varoluş mücadelesi” verdiğine inanan ülkeler ve rejimler var.
‘En büyük stratejik amaç’
Arap Baharı’nın ateşlediği umutlar aradan geçen bir yıldan sonra yerini endişeli bir bekleyişe bıraktı. Suriye’deki gelişmeler giderek tehlikeli boyutlar kazanırken, Mısır ve Libya’daki siyasi ortam da yeni çatışma ile çekişmelere zemin hazırlıyor.
Çağdaş dünya ile barışık olan güçlü önderleri henüz ortaya çıkaramamış olan bölgedeki halk hareketlerinin modern siyasi yapılanmalara dönüşmelerinin kolay olamayacağı artık daha net görülüyor. Var olan güçlü siyasi yapılanmalar ise, demokrasiye saygıdan çok, din ve bununla bağlantılı ahlak anlayışından hareketle, daha şimdiden farklı inanç ve yaşam tarzlarına karşı çok da hoşgörülü olmayan eğilimler sergiliyorlar.
Özetle, siyasi alandaki dini yapılanmalar, çağdaş kalkınma modellerinden çok, kendi ideolojik dünya görüşlerine uyan yönetimlere öncelik verdiklerini dışa vurmaya başladılar. Bunu da elbette ki sokaktan aldıkları güç ile yapıyorlar. Burada “Araplar demokrasi ve kalkınma işini beceremeyecek” türünden ırkçı çağrışımları olan bir algıyı beslemek istemiyoruz.
Demokrasi hâlâ bir hayal
Fakat Türkiye’nin, nüfusu ağırlıklı Müslüman bir ülke olarak, son 90 yıldır yaşadığı zorlu sosyolojik, ekonomik ve siyasi sınavlar
Avrupa’da “ırkçılık” dendi mi, bunun günümüzde genellikle Türkler veya Faslılar gibi Müslümanları, Romanları veya Hintli ve Nijeryalılar gibi koyu tenli insanları hedef aldığı düşünülür. Danimarka’dan Bulgaristan’a uzanan Avrupa coğrafyasındaki gelişmelere bakıldığında bunun önemli ölçüde doğru olduğu ortada.
Ancak, ırkçıların çirkin hallerini teşhir etmekten en çok hoşlandıkları ülkelerin başında gelen Hollanda’daki gelişmeler, Orta ve Doğu Avrupa’nın “beyaz tenli insanının” da artık Batı Avrupalıların hedef tahtasında olduğunu gösteriyor. “Başrolde” ise yine Hollandalı İslam düşmanı Geert Wilders’i görüyoruz.
Wilders’in ırkçı Özgürlük Partisi, bundan kısa bir süre önce internet sayfasında tartışmalı bir anket başlattı. Sorulan soru ise özetle şu: “Çevrenizde sorun yaratan veya bir Hollandalının elinden işini almış olan bir Orta veya Doğru Avrupalı biliyor musunuz?”
AB esprisi ile çelişiyor
Burada ilk etapta kastedilenler Polonyalılar, Romenler ve Bulgarlar. Bundan dolayı da bu ülkeler bu anketin durdurulması için Hollanda nezdinde resmi girişimlerde bulundular.
Ancak, Liberallerle Hıristiyan Demokratlardan oluşan koalisyonu ayakta tutan parti olduğu için
Avrupa’nın önemli araştırma kuruluşlarından “Avrupa Dış İlişkiler Konseyi”nin (EFRC) son bulguları bir hayli ilginç. “AB’de neler oluyor?” sorusuna yanıt arandığı bir sırada, bu bulgulardan yeni bir Avrupa’nın ortaya çıkmakta olduğu görülüyor.
Ancak bu, “proaktif” girişimlerle ortaya planlı bir şekilde çıkan bir Avrupa değil. Burada kendi çelişkilerinden ve öngörülemeyen siyasi ve ekonomik sorunlardan kaynaklanan “reaktif” bir değişim sürecinden söz ediyoruz.
EFRC tarafından yayımlanan “Avrupa Dış Politika Skor Kartı” adlı araştırma da buna işaret ediyor. (www.ecfr.eu/scorecard/2012/extras/pdf/ http://www.ecfr.eu/scorecard/2012/extras/pdf/>). Araştırmanın özet tanıtımındaysa çarpıcı bir cümle kullanılarak, “Avrupa, dünya sorunlarına çözümler bulacağına kendisi bir sorun haline geldi” deniyor. AB içinde de “birlik” fikriyle tümüyle çelişen ciddi ayrışmalar yaşanıyor.
Sonuçta, bazı üye ülkelerde artık AB ve Alman bayraklarının yakıldığı bir “birlikten” söz ediyoruz. Dahası, geçmişte bol keseden dağıtılan AB kaynaklarını denetimsiz ve savurgan bir şekilde kullanan Yunanistan’ın egemenlik kaybını endişeyle izleyen Avrupalılar arasında “Bize de aynı olacak endişesi” yayılıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ABD’deki temaslarında Suriye konusu haliyle ön planda. Rusya ve Çin’in BM yolunu tıkamalarından sonra Türkiye, ABD’nin de desteği ile Suriye için yeni bir arayışa girdi.
Davutoğlu Ankara’dan ayrılmadan önce, Suriye’deki krizin çözümü için uluslararası konferans çağrısında bulundu ve Türkiye’nin ev sahipliği yapmaya hazır olduğunu belirtti. Davutoğlu ayrıca “BM sivilleri koruyamıyorsa başka platformlar oluşturulmalı” dedi. Bizce Davutoğlu’nun en dikkat çekici lafı da buydu.
Zira egemen ülkelere dışarıdan kolektif olarak yapılacak askeri ve siyasi müdahalelerde “BM’nin yasal onayını aramak” her zaman Türkiye’nin temel ilkesi olmuştur. ABD’nin Irak işgaline bu nedenle katılmadık. İran’a karşı ABD ve AB yaptırımlarına da bu nedenle uymuyoruz.
Ancak, Başbakan Erdoğan’ın, “Humus için hesap sorma” vaadini de içeren söyleminden ve Davutoğlu’nun açıklamalarından, Türkiye’nin, BM onayı olmaksızın Suriye’ye karşı her türlü yaptırımı destekleyeceğini çıkarmak mümkün. Özetle Suriye’deki gelişmeler Ankara’yı dış politikada geleneksel yaklaşımların dışına itmeye başladı.
Ben müdahalede yokum diyebilir mi?
Davutoğlu’nun “BM sivilleri koruyamıyorsa