Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Arap Baharı’nın ateşlediği umutlar aradan geçen bir yıldan sonra yerini endişeli bir bekleyişe bıraktı. Suriye’deki gelişmeler giderek tehlikeli boyutlar kazanırken, Mısır ve Libya’daki siyasi ortam da yeni çatışma ile çekişmelere zemin hazırlıyor.
Çağdaş dünya ile barışık olan güçlü önderleri henüz ortaya çıkaramamış olan bölgedeki halk hareketlerinin modern siyasi yapılanmalara dönüşmelerinin kolay olamayacağı artık daha net görülüyor. Var olan güçlü siyasi yapılanmalar ise, demokrasiye saygıdan çok, din ve bununla bağlantılı ahlak anlayışından hareketle, daha şimdiden farklı inanç ve yaşam tarzlarına karşı çok da hoşgörülü olmayan eğilimler sergiliyorlar.
Özetle, siyasi alandaki dini yapılanmalar, çağdaş kalkınma modellerinden çok, kendi ideolojik dünya görüşlerine uyan yönetimlere öncelik verdiklerini dışa vurmaya başladılar. Bunu da elbette ki sokaktan aldıkları güç ile yapıyorlar. Burada “Araplar demokrasi ve kalkınma işini beceremeyecek” türünden ırkçı çağrışımları olan bir algıyı beslemek istemiyoruz.

Demokrasi hâlâ bir hayal
Fakat Türkiye’nin, nüfusu ağırlıklı Müslüman bir ülke olarak, son 90 yıldır yaşadığı zorlu sosyolojik, ekonomik ve siyasi sınavlar ortada. Bu sınavların yabancısı olan bölge halklarının, Türkiye’nin “eksik” ancak yine de “işlevsel” olan demokrasi standartlarını yakalamaları bile uzun zaman alacağa benziyor.
Öte yandan, Mısır, Tunus veya Libya’da herkes şeriata dayalı bir düzen istemiyor. Onun için bu olasılık karşısında baskıcı bir askeri düzeni tercih edecek olanların sayısı da az değil.
Bu durumda, Abidinleri, Mübarekleri ve Kaddafileri devirmiş olan halkların bir yıl sonra dini veya askeri diktatörlükler altında eziliyor olmaları, ekonomik kalkınma odaklı demokratik bir düzene geçmiş olmalarından daha olası görünüyor. Suriye’de Esad’a güç veren kitleler de zaten “bu yönetim giderse yerine şeriat gelecek” endişesiyle bunu yapıyorlar.
Özetle, din temelli siyasi örgütlenmelerin söylemleri ile eylemleri, demokrasi, insan hakları ve herkesin inançlarına saygılı olan laik bir düzenin Ortadoğu açısından hâlâ bir hayal olduğunu ortaya koyuyor. Bu durumda, bu ilkeleri savunmak ve ilerletmek açısından Türkiye’nin bölgesel sorumluluğu da artmış bulunuyor.
Batı’nın ısrarla Türkiye’yi Arap ülkeleri için bir “model” olarak görmek istemesi de bundan kaynaklanıyor. Fakat Türkiye’nin bölgesel gelişmeleri yönlendirme kapasitesinin sınırlı olduğu da artık görüldü. Ankara da zaten bu yüzden, bölgeye dönük idealist politikalarından vazgeçerek, Ortadoğu konusunda tekrar geleneksel müttefikleriyle birlikte hareket etmeye başladı.

Siyaset meydanı boş değil
Buna rağmen, Türkiye’nin “demokratik ve laik” düzeni ile “model” olması yerine, bölgedeki din eksenli gelişmelerden olumsuz etkilenme olasılığı da göz ardı edilemez.
AKP’nin bölgeye dönük politikalarında da zaten, “din” ve “mezhep” tercihine dayalı bir dayanışma ruhu seziliyor.
Hamas’a sorgusuz sualsiz verilen destekten, Esad rejimi için yaratılmaya çalışılan kösteğe kadar uzanan gelişmelerde bunun izlerini görmek mümkün. “Ezilenden yana” olduğunu ısrarla tekrarlayan AKP’den, bölgenin “ezilen” Şii halkları için fazla ses çıkmaması da bu çerçevede haliyle dikkat çekiyor.
Kısacası, bölgede Sünni ağırlıklı İslami yönetimlerin, ister seçimler, ister başka yollardan işbaşına gelmeleri durumunda, AKP’nin bunlara karşı özel bir sempati duyacağı anlaşılıyor. Bu arada, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de “dini nesiller yetiştirmek istediklerine” dair söylemini bile, bizce bu bölgesel dinamiklerden tümüyle soyutlamak mümkün değil.
Neyse ki, AKP şu anda ne kadar güçlü bir konumda olursa olsun, Türkiye’deki siyaset meydanı bölge ülkelerinde olduğu kadar boş değil. Sonuçta seçmenin yüzde 50’si AKP’ye oy verdiyse geri kalanı vermedi.
Kuşkusuz Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleri de, Türkiye gibi, zorlu badireler atlatarak sonunda demokratik kalkınma süreçlerine bir şekilde erişecekler. Fakat bunun bugünden yarına olmayacağı artık belli oldu.