Ortadoğu’da cadı kazanı kaynıyor ve Türkiye’nin bundan olumsuz etkilenmemesi mümkün değil. Bu arada Arap ülkeleri için hâlâ “model” olduğumuz söyleniyor. Ancak, bu geçerliyse, bu modelin somut anlamda işlevsellik kazanmasından önce bölgedeki çalkantının yatışması gerekiyor. Oysa Mısır’daki olaylar, Ortadoğu’da toplumsal istikrara, demokrasiye ve ekonomik kalkınma sürecine geçişin zor olacağını gösteriyor.
Kaldı ki, bölgede değişime ve reforma karşı her zaman doğal bir direnç olmuştur. Söz konusu ülkelerin Osmanlı, İngiliz ve Fransız boyunduruğundan çoktan kurtulmuş olmalarına rağmen geri kalmışlık döngüsünden sıyrılamamış olmaları da bunu ortaya koyuyor.
İşin kolayına kaçıp burada “neo-emperyalist güçleri” suçlamak da durumu aydınlatmıyor. Neo-emperyalist emelleri olanlar da zaten, genellikle iç çekişmelerle zayıf düşmüş ülkelerde etkili oluyorlar. Bu arada, ülkelerinin geri kalmışlığından dolayı Osmanlı dönemini suçlayan Suriyelilerle çok karşılaştık. Ancak kendilerine hep şunu sorduk:
Arap aydınlarının sorusu
Kalkınmışlık açısından 1919’da Suriye’den çok farklı bir konumda olmayan Anadolu, nasıl oluyor da “kefeni yırtarak” çok zorlu olan kalkınma sürecini
Rusya ve Çin’in, Güvenlik Konseyi’nde, Arap Birliği önderliğinde hazırlanan Suriye tasarısını veto etmeleri, gazetelerimizin internet sayfalarındaki “okuyucu yorumlarından” gördüğümüz kadarıyla, bizde genelde “Helal olsun adamlara, Batı’nın oyununu bozdular” şeklinde şablon yorumlara neden oldu.
Güzel de, bu ülkeler Beşar el Esad’a aynı zamanda “Katliamlara devam et, arkandayız” mesajı da göndermiş oldular. Bu yetmiyormuş gibi, giderek silahlanan Suriyeli muhalifler de bundan “Bildiğimizi yapalım, çünkü yardım gelmiyor” mesajı almış oldular.
Suriye’deki gelişmeler de zaten bu mesajların alındığını gösteriyor. Özetle, Rusya ve Çin, tümüyle “dişsiz” olan bu tasarıyı bile veto etmek suretiyle Suriye’yi iç savaşa sürükleyen dinamikleri hızlandırmış oldular. Ankara açısından ise bundan kötü bir sonuç olamazdı.
Zira bu durum, Suriye’deki şiddeti yasal yollardan engelleyecek hiçbir uluslararası baskı aracı veya mekanizmanın olmadığını ortaya koymuş oldu. Gelişmelerin Türkiye’yi de etkileyen ciddi boyutlara erişmesi halinde, Ankara’nın, tek taraflı olarak veya Batılı bazı müttefikleriyle, Suriye’ye müdahale etmek zorunda kalması olasılığı da bu durumda göz ardı edilemez.
Bund
Başbakan Erdoğan’ın “dindar ve muhafazakâr bir nesil yetiştirmek istiyoruz” sözlerinin Türkiye’ye diş bileyen çevrelerce “bakla ağızdan çıktı” diye not edildiğinden emin olabiliriz. Bu sözler Erdoğan’ın geçen yılkı Mısır ziyaretinde söylediği, “Birey laik olmak zorunda değil, ama devlet laik olmalıdır” sözleriyle de çelişiyor.
Erdoğan da zaten, dinci kesimleri rahatsız eden o sözlerinin arkasında durmadı. Aksine şimdi, “dindar neslin devlet eliyle ortaya çıkarılması gerektiğine” dair bir anlayış içinde olduğunu ortaya koyuyor. İşin ilginç yanı, Erdoğan, bu açıklamasıyla, Amerikan başkanlık adaylarından “dinci” Newt Gingrich ve Mitt Romney ile aynı sınıfa girmiş oldu.
Bu sınıfa tabii ki, başkanlık adaylığı yarışından çekilmeden önce “Türkiye İslami teröristlerin elinde” diye konuşan Teksas Valisi Rick Perry de dâhil. Sonuçta bu isimler de Amerika’da “dindar nesiller yetiştirmek istiyorlar.”
Peki, Amerika’da sorulduğu ve Hasan Cemal’in dünkü yazısında da gündeme getirdiği gibi, ya insanlar çocuklarının dindar olmasını istemiyorlarsa? Ya insanlar çocuklarını Erdoğan’ın kastettiği dinde değil de, başka bir dinde yetiştirmek istiyorlarsa? Onların haklarını kim koruyacak?
Yunanistan’dan yansımaya başlayan fukaralık görüntüleri inanılacak gibi değil. Ne de olsa gözlerimizin önünde eriyip giden, sonuç itibarıyla, bir “AB üyesi.” Batarken Birliğin gerisini de beraberinde götürme korkusu ise şimdi bu ülke için ekonomik (ve dolayısıyla siyasi) egemenliğin sonu anlamına gelen fikirlerin ortaya atılmasına yol açıyor.
Yunan ekonomisinin yönetiminin AB’ye transfer edilmesi yönündeki Alman önerisi, pazartesi günü yapılan AB zirvesinde aslında pek tutmadı. “Ulusal egemenlik” kavramını her zaman ön planda tutan Fransa da buna karşı çıktı. Yunanlılar ise, doğal olarak, “aşağılayıcı” olduğu için bunu şiddetle reddettiler.
Ancak sorun ortadan kalkmış değil. AB içinde Yunan ekonomisinin Brüksel’den yönetilmesine sıcak bakanlar hâlâ var. Bunlardan biri de İsveç. Birkaç ay önce, Finlandiya hükümetinin davetlisi olarak Helsinki’ye yaptığımız ziyaret sırasında da, “ekonomi yönetiminin, kural tanımayan tembel Yunanlılara bırakılamayacak kadar ciddi bir konu olduğunu” söyleyen yetkililerle karşılaştık.
Hoşlanmayan ülkeler çıkabilir
Pazartesi günkü AB zirvesinde 25 üye ülkenin oyu ile kabul edilen “Mali Sözleşme” ve kurulmasına karar verilen “Avrupa
AKP’nin Hamas ile ilişkilerinin duygusal bağlara dayandığı açık. Türk kamuoyunun önemli bir kesiminin bu örgüte sempati duyduğu da ortada. İsrail’in Hamas terörüne karşı, “misilleme” adını altında Filistinlilere çektirdiği acıların bu sempatiyi körüklediği aşikar.
Hal böyle iken Hamas’ın, iç savaşa sürüklenen Suriye’den ayrılıp Türkiye’de ofis açacağına dair haberleri yabana atmak mümkün değil. Bu arada, Davos’ta CNN’e konuşan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de Hamas’ın ağırlıklı olarak İran, Katar ve Türkiye’den olmak üzere, yılda 900 milyon dolar “dış yardım” aldığını söyledi.
ABD ve İsrail basını ise Ankara’yı kısa bir süre önce ziyaret eden Hamas liderlerinden İsmail Haniye’ye 300 milyon dolar tutarında yardımın vaat edildiğini yazıyor. Bunların ne denli doğru olduğunu, hükümetin bu konuda yapmak zorunda kalacağı açıklamalardan öğreneceğiz.
Ankara açısından çelişkili
AKP değil de Türkiye’deki “geleneksel partilerden” biri 2002 yılında iktidara gelseydi durum tabii ki çok farklı olurdu. Ankara hem “dinci” olması, hem de terörizmi siyasi araç olarak kullanması nedeniyle Hamas’ı desteklemez, dünyaca tanınan Mahmut Abbas’ın arkasında dururdu. AKP’nin Abbas’a pek
Fransa ile yaşanan Ermeni soykırımı krizinde Azerbaycan’dan Türkiye’ye ne kadar destek geldi? Taha Akyol’un önceki gün Hürriyet’te çıkan “Azerbaycan’dan ses bekliyoruz?” başlıklı yazısı bu soruyu gündeme getirmiş bulunuyor. Akyol’a bakılacak olursa, Bakû’nün Türkiye’ye verdiği söylenen destek çok yetersiz.
Azerbaycan Milli Meclis Başkanı Birinci Yardımcısı Ziyafet Askerov’un, bu yasa teklifi ile Azeri-Fransız ilişkilerinin olumsuz etkilenebileceğini söylediği doğrudur. Azerbaycan Parlamentosu da bu konuda bir bildiri hazırladı, bu da doğru. Fakat Akyol’un da belirttiği gibi, bunlar olayın vahameti karşısında oldukça “düşük profilli” tepkilerdi.
Özetle, Azerbaycan’da iktidar kanadı bu olayda büyük ölçüde sessiz kaldı. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in herhangi bir açıklaması ise basınımızda yer almadı. Oysa Aliyev’in zamanlı bir şekilde Fransızları düşündürecek bazı şeyler söylemesi, Kafkaslarda emelleri bulunan, bu arada Karabağ sorununu güya çözecek olan “Minsk Grubu”nun başkanlığını yapan Paris üzerindeki baskıyı bir nebze de olsa artırırdı.
Buna rağmen, Azerbaycan’ın bu “düşük profilli” tepkileri Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ı pek memnun etmiş görünüyor. Azeri
Timothy Garton Ash’ten Robert Fisk’e kadar birçok Batılı entelektüel, akademisyen, araştırmacı ve gazeteci, Fransız parlamentosunun saçma bir iş yaptığını söylüyorlar. Ancak, ısrarla belirttikleri gibi, Ermenilerin soykırım kurbanı olduğuna inanmadıklarından değil. Ermeni soykırımının inkârını cezalandırmayı öngören yasaya, “araştırma ve düşünce özgürlüğünü tehdit ettiği için” karşı çıkıyorlar.
Hal böyle olunca, düşünce özgürlüğü açısından “sabıkalı” olan Türkiye’nin Ermeni meselesinde bu kişilerden çok fazla medet umması mümkün değil. Bu arada bu yasaya karşı olan Fransız milletvekilleri bile Senato’daki konuşmalarına, “Ermenilerin soykırıma uğradıklarının inkâr edilemeyecek bir gerçek olduğunu” çeşitli şekillerde söyleyerek başladılar. Onların derdi de zaten Türkiye’yi memnun etmek değil, anayasaya ve uluslararası antlaşmalara aykırı görünen bir tasarıya karşı durmak.
Türkiye şimdi Fransa’ya karşı misilleme tehditleriyle çalkalanıyor. Ancak bu konu birkaç hafta sonra Amerikan Kongresi’nde de baş gösterecek. Sırada başka ülkeler de var. Türkiye her keresinde elçisini geri çekip, ilgili ülkeyle siyasi diyaloğu asgariye mi indirecek? Özetle absürt bir durumla karşı
Ermeni soykırımının inkârını cezalandırmayı öngören kanun tasarısını oylayacak olan Fransız Senatosu’na bugün “kilitlenmek”, nasıl biteceği bilinen maçtan farklı sonuç beklemeye benziyor. Bu durumda, zaten iyi olmayan Türk-Fransız siyasi ilişkilerinin derin dondurucuya gireceğini tahmin etmek güç değil. Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun söyleminden de zaten bu çıkıyor.
Ancak, Fransa tarafında, Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Erdoğan’a gönderdiği cevabi mektuba rağmen, “ilişkiler heba olacak” endişesi de yok gibi. “Ekonomik yaptırım” meselesine gelince, Sarkozy mektubunda, “İstediğini de zaten yapamazsın, çünkü seni bağlayan anlaşmalar var” demeye getiriyor.
Sarkozy, Fransız malları için Türkiye’de tekrar yükselecek olan boykot çağrılarını öngörerek, bu uyarısını, “her iki tarafa da fayda sağlayan ve Dünya Ticaret Örgütü’nün ve Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği anlaşmasının kuralları içinde yer alan ticari alışverişlerimizi” hatırlatmak suretiyle yapmış.
Açıkçası, Fransa’dan yansıyan genel hava “Türkler bağırıp çağırırlar, sonra yatışırlar” şeklinde. Buna dayanak olarak da, Fransız meclisinden 2001’de geçen Ermeni tasarısına rağmen ikili