Neredeyse her davada bulunurken, bu davada ne hikmetse “örgüt” bulunamamasından ve Erhan Tuncel’in beraatından sonra, kendinden menkul “halaskar zabitanımızın” duyduğu haz, Hrant Dink için on binlerin “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla sokağa dökülmesiyle kursaklarda kalmıştır. Hrant’ın cenazesinde de aynı manzara ortaya çıkmıştı.
O sırada Veli Küçük ekibinden birisinin, o insan seline bakarak, kinayeli bir edayla “memlekette ne kadar çok hain varmış meğer” sözü gazetelerde yer almıştı. O sözlerin altında sanki, “elimde imkân olsa da hepsinin üzerine benzin döküp yaksam” temennisi yatıyordu.
Kuşkusuz aynı güdü Hrant için çarşamba günü sokağa dökülen on binlerce insan karşısında da depreşmiştir. Ancak devran dönüyor çağ değişiyor. Türkiye’nin vicdanını temsil eden binlerce kişinin bu cinayetin peşini bırakmayacağını haykırması, Türk adaletinin yapamadığını çağdaş, aydın ve vatansever Türklerin yapacağını gösteriyor.
Özetle, aslında hâlâ yaygın olan kafatasçı ve ırkçı milliyetçiliğin Türkiye’de eskisi kadar etkin olmadığı ortada. Olması da mümkün değil zaten, çünkü o zihniyetin Türkiye’yi içerde ve dışarıda hangi açmazlara sürüklediğini görenler, “Yeter artık. Çağdaş, uygar ve
ABD’de 2012’de yapılacak başkanlık seçimleri için “Cumhuriyetçiler” kampında süren adaylık yarışması, Amerikalı sağcıların yobazlığa dayanan saçmalıklarını su yüzüne çıkarmaya başladı. O kadar ki, insan “Bunlardan biri başkan seçilirse Beyaz Saray’da bir Hıristiyan Taliban mensubu oturuyor olabilir” diye düşünmeden edemiyor.
Sorun bu adayların çoğunun siyasi çıkarları uğruna “Hıristiyan köktendinciliğine” ve bu nedenle de “İslam düşmanlığına” oynuyor olmalarından kaynaklanıyor. Burada bir hususa açıklık getirmek gerekiyor. “Hıristiyan köktendinciliği” ifadesi bugün Batı’da bazılarınca garipseniyor.
Ancak, Avrupa’da okuduğumuz 1970’li yıllarda “köktendinci” (fundamentalist) dendi mi akla hep Hıristiyanlar gelirdi. Bunların asıl derdi de, gençliğin “savaşma seviş” diye sokağa döküldüğü o yıllarda kürtaj, doğum kontrolü, evlilik dışı ilişkiler ve eşcinsellikle mücadele etmek ve Amerika’yı “Hıristiyan değerlerin ekseninde” tutmaya çalışmaktı.
Bugün de aynısını yapıyorlar. Fakat 11 Eylül’den sonra “gündemlerine” aşırı İslam düşmanlığı da girdi. Bu nedenle de, “İsa’yı öldürdüler” gerekçesiyle geleneksel olarak Yahudi düşmanı olan Amerikalı Hıristiyan köktendinciler için İslam
Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki yönetimden sonra Irak’taki yönetimle de arası giderek açılıyor. Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin son açıklamaları bunu gösteriyor, ki söylenenler AKP iktidarı açısından yenir yutulur gibi değil.
Birkaç hafta önce Wall Street Journal’a konuşurken, “İran’ın değil Türkiye’nin bölgedeki müdahalelerinden endişe duyduklarını” söyleyen Maliki, “Al Hurra” adlı kanala cuma günü konuşurken de aynı yaklaşımı sürdürmüş.
Ajanslara göre Maliki, Türkiye’yi “bölgeye felaket ve iç savaş getirecek bir rol oynamakla suçlamakla” yetinmemiş. “Farklı mezhep ve etnik kesimlere sahip olan” Türkiye’nin de bu durumdan zarar göreceğini söylemiş.
Ankara öngöremedi
Başbakan Erdoğan’ın Irak’la ilgili son açıklamalarına işaret eden Maliki, bunların “iç işlerine müdahale” olduğunu ve “bunu mutlaka engellemek niyetinde olduklarını” da vurgulamış. Öte yandan, Bağdat kaynaklı bazı haberlere bakılırsa, Erdoğan’ın Maliki’yle geçen hafta yaptığı telefon görüşmesi de gergin geçmiş.
Özetle, Irak’taki gelişmelerin de, bir yıl öncesine kadar can dostu olduğumuz Suriye’deki gelişmeler gibi, Ankara’da öngörülemediği anlaşılıyor. Aksi doğru olsaydı, “önleyici diplomatik
Eskiden “Türkiye’de yaşananlar konusunda Batılı diplomatlar ne diyor?” diye merak edilirdi. Bu merak bir hayli azalmış durumda. Zaten “Batılılara neymiş bizim içişlerimiz?” diyen birçok kişi için bu merak bir “aşağılık kompleksi” yansıtıyor. Biz ise hiç öyle görmedik.
Son baktığımızda Türkiye, yaşanan tüm sorunlara rağmen, AB’den vazgeçmek niyetinde değil. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “vazgeçmeyiz çünkü Avrupa’nın bir parçasıyız” yaklaşımı bunu gösteriyor. Öte yandan, isteksizce de olsa, NATO’nun Libya operasyonuna katılmamız, ayrıca ittifakın “füze kalkanı” projesine dâhil olmamız da, Batı ile ittifakımızdan çıkmak niyetinde olmadığımızı gösteriyor.
Bu durumda “ortaklarımız” ile “müttefiklerimizin” Türkiye hakkında fikir beyan etmeleri eşyanın tabiatındandır. Hoşlarına gitmese de Macarlar, AB’nin o ülkedeki antidemokratik gelişmeler karşısında açıklamalarda bulunmasını ve yaptırımlardan söz etmesini kabullenmek zorundalar. Türkiye bu koşullardan memnun değilse, AB’den vazgeçebilir ve NATO’dan çıkabilir. Aksi takdirde oyunu ait olduğunu iddia ettiği bloğun kurallarına göre oynamak durumundadır.
Bu temek kurallar açısından bakıldığında, son günlerde yokladığımız Batılı
Ortadoğu’daki gelişmeler, Arap Baharı çerçevesinde bölgenin -ve bu arada tabii ki Türkiye’nin- karşı karşıya olduğu açmazı daha net bir şekilde görmemizi sağlıyor. Sorunu kısaca özetlersek, bölgedeki halk ayaklanmalarından arzulanan “demokratik” ve “istikrarlı” sonuçların kısa zamanda ortaya çıkması giderek daha zor görünüyor.
Başbakan Erdoğan da zaten Ankara’nın bu bağlamda duyduğu büyük endişeyi önceki gün açıkça ortaya koydu. Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg ile Ankara’da düzenlediği basın toplantısında konuşan Erdoğan, bu kez Irak’ta mezhep ekseninde artan gerginliğin o ülkeyi, “adeta bir kan gölüne dönüştürdüğünü” söyledi.
Ancak dikkatimizi asıl çeken Erdoğan’ın şu sözleri oldu: “ABD Irak’tan çıktı, hemen arifesinde ne yazık ki bu süreç başladı. Bunu ben Biden’a da Obama’ya da söyledim. Burada demokratik sistem oturuncaya kadar kalmanızda fayda var demiştim. Ama çıktıkları anda işte mevcut yapının ne kadar demokratik olduğu ortaya çıktı. Çünkü bunların demokrasiyi anlaması, bunların demokratik parlamenter sistemi anlaması veya bunu yaşamaya başlaması herhalde uzun yıllar alacak.”
Fakat bunu yapamadılar
Bu sözler bölgedeki durumun Ankara’da artık çok daha
Her zaman söylüyoruz, söylemeye de devam edeceğiz. Dünya biz Türklerin arzularına veya vehimlerine göre şekillenmiyor. Cezayir Başbakanı Ahmet Uyahia’nın Türkiye’ye yönelik, “Fransa ile Ermeni sorununuzda bizi kullanmayın” anlamına gelen mesajı ise bunu tekrar gösterdi.
Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Ermeni soykırımını inkar yasasını gündeme getirip Meclisin alt kanadından geçirten Marsilya Milletvekili Valerie Boyer’in, Uyahia’nın sözlerinden duydukları memnuniyeti tahmin etmek güç değil. Bu gelişmenin Fransa’da “Türkiye’ye tokat gibi yanıt” şeklinde yorumlanacağını tahmin etmek de güç değil.
Aslında dikkat edildiyse, Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Fransa’ya yönelttikleri ve Batılı diplomatlar ile uluslararası medya tarafından “saldırgan ve tehditkar” olarak yorumlanan tepkilerine Paris’ten fazla karşılık gelmedi.
Nezaket dersi
Dışişleri Bakanı Juppe ile bazı hükümet sözcülerinin “itidal” çağrılarını saymazsak, Fransa Türkiye’ye karşı ağzını bozmadı. Bir tek Sarkozy’nin danışmanlarından Ermeni asıllı Milletvekili Patrik Deveciyan, Ankara’nın tutumu için “Türklerin her zamanki kaba halleri” diye kestirip attı.
Fransa bu genel tutumuyla
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Tahran ziyareti İran’ın etrafındaki çemberin daraldığı bir döneme rastladı. Bizde dikkatler daha çok İran’ın Körfez’de gerçekleştirdiği füzeli manevralara ve Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditlerine odaklanmış bulunuyor.
Oysa Tahran’ı her zaman Batı’ya karşı koruyan Moskova bile, İran’ın denediği füzelerin “kıtalararası” değil, sadece 200 kilometre menzilli olduğunu açıkladı. Ayrıca, İran’ın korkulan nükleer kapasiteye erişmesinin “yıllar alacağını” vurguladı.
Askeri gözlemciler de zaten, İran’ın henüz ne ABD’ye, ne de İsrail’e karşı direnebilecek kapasiteye sahip olduğunu belirtiyorlar. Başta Suudi Arabistan olmak üzere, İran’ı tehdit olarak gören Körfez ülkelerinin de ABD ile milyarlarca dolarlık modern silah sistemleri için anlaştıklarını hatırlatıyorlar.
Ekonomistler ve enerji uzmanları ise İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinin de sanıldığı kadar vahim olmadığını söylüyorlar. Bu adımı atması halinde İran’ın aslında kendi çıkarlarına darbe indirmiş olacağını belirterek, Suudi Arabistan’ın verdiği güvenceye işaret ediyorlar.
Bizde dikkat çekmedi ama Suudi rejimi, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması halinde petrol üretimini arttırıp
Ortadoğu’da bu yıl zor gerçekleşeceğe benzeyen üç konu var. Birincisi Mısır’a demokrasinin gelmesi, ikincisi Beşar el Esat’ın devrilmesi ve yerine istikrarlı bir idarenin geçmesi, üçüncüsü de Irak’ın dağılmamasını sağlayacak istikrara kavuşması.
Bunun arka planına İran ile hem Batı, hem de bölgedeki Sünni rejimler arasında artan gerginliği yerleştirirsek, AKP iktidarının sadece bir yıl öncesinde kadar onca umut bağladığı bir coğrafyadan Türkiye’ye yansıyacak olumsuzlukları tahmin etmek daha da kolaylaşıyor.
Önce Mısır’a bakalım. Doğrudur, seçim süreci bir şekilde yürüyor. Ama ülke içindeki kavga da giderek büyüyor. Mısır ordusu bu durumda yapıcı bir unsur olamayacağını, asıl derdinin imtiyazlarını korumak olduğunu yeterince ortaya koydu.
Hal böyle olunca Müslümanlarla Kıptiler veya köktendinciler ile liberaller arasındaki çatışma ortamı ordunun işine yarayacaktır. Özellikle köktendincilerden korkanlar, “ordu bizi kurtarsın” diye saf değiştireceklerdir. Bu zaten devrimlerin yapısında var. Avrupa’yı 1848’de kasıp kavuran halk ayaklanmalarından sonra ortaya ağırlıklı olarak diktatörlüklerin çıkması da bu nedendendir.
Devrime başta destek veren burjuvazi ve köylüler sonunda