İstanbul’da, adı nüanslı bir şekilde “Suriye’nin Dostları”ndan “Suriye Halkının Dostları”na değiştirilerek yapılan toplantıdan, Beşar el Esad’ı endişeye sevk edecek bir sonuç çıkmadı. Rusya ve Çin’in boykot ettikleri, planı görüşülen Kofi Annan’ın katılmadığı, AB’nin “Dışişleri Bakanı” Catherine Ashton’un ise son dakikada gelmekten vazgeçtiği toplantı zaten “sakat” başladı.
Bu arada Arap ülkelerin çeşitli düzeylerde katılmalarına rağmen Arap Birliği’nin dönem başkanı Irak’ın da toplantıyı boykot etmesi sırıttı. İran’a gelince Esad yanlısı olan bu ülke çağırılmamıştı, ki bu da çelişkili bir durum zira en az İran kadar Esad’ı destekleyen Rusya davet edilmişti.
Açıkçası ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın katılması bir yerde Ankara için zevahiri kurtardı. Ancak ABD’nin de bu aşamada, çekincelerle de olsa, Esad’ı muhatap sayan Annan Planı’nı desteklediğini unutmamak lazım. Esad’ın bu durumdan memnun olmaması mümkün değil.
Samimiyetsizlik
Annan Planı’nı kabul etmesine rağmen sivil halka karşı hala saldırıyor olması Esad’ın samimiyetsizliğini tabii ki ortaya koyuyor. Bu nedenle, Başbakan Erdoğan, “Suriye Halkının Dostları”na yaptığı konuşmada, “Kofi Annan’ın girişimini sonuç
Başbakan Erdoğan Beşar el Esad’a güvenmemekte haklı. Bugüne kadar verdiği hiçbir sözü tutmayan bir liderin inanılırlığı elbette ki sıfıra yakındır. Onun için Esad’ın, verdiği söze rağmen, eski BM Genel Sekreteri Annan’ın planına uymama olasılığı yüksek.
Açıkçası, Annan’ın Güvenlik Konseyi ve Arap Birliği’nin desteği ile yürüttüğü çabalar, Esad’ın gerçekten uluslararası dengeleri başarıyla manipüle eden bir “kurt politikacı” mı, yoksa “şark kurnazlığının” sonuna gelmiş bitik bir siyasetçi mi olduğunu gösterecek.
Kısacası Annan planı Esad için son şanstır. Rusya ve Çin’in desteği ile kendisine müzakere masasında yer açmış oldu. Birlik sağladıklarını iddia etmelerine rağmen darmadağın bir görüntü vermeye devam eden muhalifler arasındaysa kendisiyle müzakereye yatkın olanlar var.
Esad bu fırsatı da kaçırırsa o zaman kendi sonunu da garantilemiş olacak. Çünkü Suriye’deki ateş Rusya ile Çin’in bile destekleyemeyecekleri boyutlara erişecek. Fakat bu ülkelerin desteği ile müzakere sürecine girerse kendisini bir şekilde kurtarma şansı var.
Rusya’nın yanı sıra İran da bunun için çalışıyor.
Bu tabii Ankara’nın istediği bir durum değil. Nitekim Türkiye ile İran arasında Suriye
Suriye meselesinin ön planda olduğu bölgesel diplomasi yarından başlayarak yeniden ivme kazanıyor. Arap Birliği’nin Bağdat’taki zirvesi bunun ilk ayağı olacak. Bu arada Başbakan Erdoğan İran’da temaslarda bulunacak. Daha sonra “Suriye’nin Dostları” grubu İstanbul’da toplanacak. Her üç gelişme açısından Türkiye’nin sıkıntıları var.
Bağdat Zirvesi’ne Ankara’nın katılma isteği “Arap olmadığı” gerekçesiyle reddedildi. Diplomatik kaynaklar İran dahil 29 ülkenin katılım talebinin aynı gerekçeyle geri çevrildiğini hatırlatarak “burada Türkiye’ye karşı özel bir tavır yok” diyorlar.
Ancak, aylardır “bölgenin en etkin ülkesi” olarak lanse edilen Türkiye’nin Suriye’de kritik gelişmelerin yaşandığı bir sırada bu toplantıya çağırılmaması, buna karşın AB temsilcisinin davet edilmesi, kuşkusuz Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu rahatsız etmiştir.
Ankara’nın Bağdat zirvesi ile ilgili sıkıntısı bundan ibaret de değil. Irak dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin verdiği demeçler de Türkiye’yi rahatsız edecek nitelikte. Wall Street Journal’a konuşan Zebari, Türkiye ve İran’ı kastederek, “bu zirvenin bölgesel güçler karşısında Irak’ın kendi ayakları üzerinde durabileceğini göstereceğini” belirtmiş.
Başbakan Erdoğan’ın Seul yolunda yakıt ikmali için durakladığı Almati’de gazetecilere yaptığı açıklamalardan, Ankara’nın Suriye konusunda eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın çabalarıyla ön plana çıkmış olan diplomatik süreçten hiç de memnun olmadığı anlaşılıyor.
Olması da mümkün değil zaten, zira Ankara’da yapılan hesaplarda Esad’ın işbaşında kalması ve dünya tarafından muhatap alınması olasılığı yoktu. Beklenti, Zeynel Abidin, Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi gibi onun da bir süre direndikten sonra bir şekilde silinip gideceği ve Suriye’de yeni bir gün doğacağı şeklindeydi. Türkiye de elbette ki bu yeni Suriye üzerinde en etkin ülkelerden biri olacaktı.
Oysa aradan geçen bir yıl zarfında bu hesap hiçbir şekilde tutmadı. BM Güvenlik Konseyi’nde geçen hafta, Rusya ve Çin’in de onayıyla kabul edilen, başkanlık açıklaması açısından da durum öyle. Zira bu açıklamayla Güvenlik Konseyi Annan tarafından yürütülen ve Esad ile muhaliflerin müzakere etmelerini öngören çabayı desteklemiş oluyor.
‘Destek çekilirse çok şey değişir’
Farklı bir ifadeyle Güvenlik Konseyi, Rusya’nın bastırmasıyla, Esad’ın siyasi profilini Ankara’nın hiç istemediği şekilde yükseltmiş oldu. Şam
Başlıktaki söz tüm ülkeler için geçerli. Türkiye için özellikle geçerli olduğu ise sayısız örneklerle sabit. Ancak bugün konumuz Fransa. Toulouse kentinde üç Yahudi çocuğu, bir hahamı ve ikisi Arap kökenli olan üç Fransız askerini acımasızca öldüren kişi aslında aşırı sağcı bir katil, İslam adına hareket eden gözü dönmüş biri veya sadece ortaklığı karıştırmak isteyen bir anarşist de olabilirdi.
Fakat “otomatik varsayım mekanizması” ilk etapta bu cinayetleri aşırı sağcı bir Müslüman ve Yahudi düşmanına bağladı. Bunun da elbette ki Fransa açısından bir gerekçesi var. Sonuçta Cumhurbaşkanı Sarkozy’den Neo Nazi Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’e kadar sağdaki tüm politikacılar, yaklaşan Fransız Cumhurbaşkanlık seçimleri öncesinde ülkedeki ırkçılığı aktif bir şekilde körükleye geldiler.
Avrupa genelindeki varsayım da bu nedenle, Norveçli Breivik gibi aşırı bir sağcının, Fransız siyasetçileri tarafından gübrelenen ırkçı ortamdan etkilenerek bu saldırıları gerçekleştirdiği şeklindeydi. Batı’daki gazete yorumcularının ve Fransa’daki Müslüman ve Yahudi önderlerinin söylemi de bu fikri yansıtır nitelikteydi.
Çağımızın garip bir tezahürü olarak Fransa’daki Müslümanlar da,
AKP iktidarının verdiği en önemli sözlerden biri “işkence ve kötü muameleye sıfır tolerans” vaadiydi. Bu sözün tutulmadığını somut istatistikler ortaya koyuyor. Dün basında yer alan bir habere göre Ankara sadece 2011 yılında 31 davada “suçlu” olduğunu kabul ederek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile “dostane çözüme” varmış. Bunun için de 365 bin euro tazminat ödemeyi kabul etmiş.
“Varılan dostane çözüm” sayesinde bu davalar Türkiye’nin siciline işlenmeyecek. Ankara böylece “insan hakları sicilinin bozulmasını” engellemiş olacak. Böylece AKP iktidarının da, geçmiş iktidarlar gibi, burada “insan haklarından” çok “ülkenin sicilinin bozulmamasına” önem verdiği görülüyor.
Ancak ortada kara mizahı aratmayan bir durum var. Ankara sanki “ihlalde bulunurum parası neyse bunu da öderim, yeter ki sicilim temiz kalsın” diyor. Üstelik bu “bedeli” topladığı vergilerle ödeyerek vatandaş olarak bizleri de bu çarpıklığa taraf yapmış oluyor.
İşkencecilerin ağırlıklı bölümü de bu durumda, haliyle, hem cezasız kalıyor, hem de vergi israfına mal olmalarının hesabını vermekten kurtuluyorlar. Bazıları ise terfi ettirilerek başka görevlere tayin edilebiliyorlar.
“Dostane çözüm” yoluyla AİHM’deki
“Türk adaletine güvenim tam.” Bizde mahkemeye düşenlerin standart lafıdır bu. Ancak bunun bir tespitten çok bir temenniyi yansıttığı ortada. Zira ülkede adalete güven ne yazık, bir hayli eksik.
Hrant Dink ve Sivas davalarından çıkan sonuçların kamu vicdanını nasıl yaraladığı zaten ortada. Türkiye açısından çok önemli olması gereken Ergenekon ve Balyoz gibi davalardaki keyfilikler de ortada.
Latin düşünürlerinden Publilius Syrus ta M.Ö. birinci yüzyılda “Iudex damnatur ubi nocens absolvitur” demiş. Yani, “Suçluyu salan hakim kendisini mahkum eder.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bugüne kadar çıkan kararlar ve şu anda görülen veya görülmeyi bekleyen 3500 dosya düşünüldüğünde, “Türkiye’nin kendisini nasıl mahkum ettirdiği ortada.
Reforma gerek duymazdı
Zaten “Türk adaletine güven tam olsaydı,” hükümet vatandaşı AİHM’e yönelten yasal çarpıklıkları gidermeyi amaçlayan 4’üncü yargı reform paketine gerek duymazdı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bu paketin Türkiye açısından AİHM’deki olumsuz görüntüyü ortadan kaldırmayı amaçladığını belirtiyor.
Ergin bu çerçevede, vatandaşlarımızın 23 Eylül 2012’den itibaren AİHM’e gitmeden önce Anayasa Mahkemesi’ne “bireysel başvuruda”
Öğrencilik yıllarımızda “sosyoloji,” yani “toplum bilimi” dediniz mi siyaseten sağda duran kesimlerden kötü bakışlar alırdınız. Zira sosyoloji, toplumdaki farklılıkları, bozuklukları ve eşitsizlikleri açığa vuran son derece gelişmiş bir bilim dalıdır. Oysa bizler “homojen toplum” efsanesi ve “tek tip vatandaş” anlayışıyla yetiştirilmeye çalışılan bir nesildik.
Bugün Türkiye’ye çağdaş sosyoloji açısından baktığımızda karşımıza etnik, dinsel ve ideolojik açıdan ciddi şekilde bölünmüş bir ülke çıkıyor. Durum ise düzeleceğine günden güne daha da kötüleşiyor. Aksini iddia edebilmek için at gözlükleri takmış olmak gerekiyor.
Ancak, bu konudaki öznel algı ne olursa olsun, karşımızda kimsenin inkâr edemeyeceği temel bir gerçek duruyor. Türkiye’yi bu saatten sonra tek bir etnisite, din, mezhep veya ideolojiye ağırlık vererek yönetmeye kalkarsanız, ülkeyi istikrarsızlaştıracağınız neredeyse matematiksel bir kesinlik taşıyor.
Başka bir ifadeyle ülke yönetimi, tüm kesimlerin haklarının korunduğu, herkesin ortak ve nesnel bir “adalet havuzundan” yararlanabildiğine inandığı demokratik bir düzene oturmuyorsa, bu toplumda sürekli gerginliğin adeta teminatı oluyor.
Ekonomik açıdan ne