Uluslararası sorunlar üzerindeki görüş ayrılıklarına ve hatta derin anlaşmazlıklara rağmen, Türkiye’nin diğer ülkelerle ikili ilişkilerini geliştirmesi mümkün mü? Bunun pekâlâ mümkün olabileceğini Türk-Rus ilişkileri son zamanlarda açıkça gösterdi.
Her iki taraf da “realpolitik” anlayışıyla birçok dış politika meselelerindeki uyuşmazlıklarına rağmen, ilişkilerini ve işbirliğini pekiştirecek adımları atmakta tereddüt etmediler.
Bu akılcı ve gerçekçi politika sayesinde Türk-Rus ilişkileri bugün yakın tarihin en gelişmiş ve verimli düzeyine gelmiş bulunuyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dün 10 bakanıyla birlikte Ankara’ya yaptığı ziyaret, böyle bir anlayışla ikili bağların nasıl pekişebildiğini gözlerin önüne serdi.
Eğer Michael Brown siyahi olmasaydı, Ferguson kasabasında beyaz polis memuru Darren Wilson tarafından bir şüphe üzerine vurulur muydu?
Eğer Darren Wilson siyah olsaydı, silahsız olan 18 yaşındaki zenci gence ani bir refleksle ateş edip onun canına kıyar mıydı?
Ve eğer 9 Ağustos’taki hazin olayı ele alan Büyük Jüri’nin 12 üyesinden 9’u beyaz olmasaydı, mahkeme beyaz Wilson’u aklamaya karar verir miydi?..
Bu soruların her birine verilecek yanıt “hayır”dır...
Bu da 21 bin kişilik nüfusunun yüzde 67’sini siyahların oluşturduğu (yani beyazların azınlıkta olduğu), fakat polis teşkilatında topu topu 3 zencinin çalıştırıldığı Ferguson’da kamu düzeninin, hak ve adaletin ne halde olduğunu anlatmaya yetiyor.
Üstelik bu durum, sadece ufak Ferguson kasabası için değil, bağlı bulunduğu Missouri eyaletindeki diğer bazı yerler, hatta ABD’nin de diğer bazı bölgeleri için de geçerli. Ferguson’daki olay, bir bakıma ABD’nin kronik bir sorununu yüzeye çıkarmış oldu.
Diğer bir deyişle, Ferguson’daki mahkemenin “bir beyazı aklama” çabası, ABD’nin imajına kara bir leke sürdü...
Türkiye bugün pazar gününe kadar dünyanın en etkin ve itibarlı liderlerinden birini ağırlıyor.
Katolik âleminin ruhani önderi ve Vatikan devletinin başkanı Papa Francesco’nun bu ziyareti, uluslararası çapta bir önem taşıyor.
Ziyaretin dikkatleri bu kadar çekmesinin birkaç nedeni var. Bunlardan biri, zamanlamasıdır. Papa nüfusunun büyük kısmı Müslüman olan ve şu anda dünyanın en hassas bölgesinde yer alan Türkiye’ye, Ortadoğu’nun karıştığı, terörün tırmandığı ve İslam karşıtlığının yayıldığı bir sırada geliyor. Hıristiyan dünyasının bir önderi olarak kendisinin oynayabileceği -ve Türkiye’nin de paylaşabileceği- rol hakkında vermek istediği mesajlar vardır.
Ziyaretin dikkatleri çeken diğer bir yanı da kiliseler arası diyalog ve yakınlaşma amacıyla ilgilidir. Bunda kastedilen şey, Papalık ile İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikliği arasında 10 yüzyıl süren dinsel anlaşmazlığın giderilmesi için tam 50 yıl önce başlayan uzlaşma sürecinin ilerletilmesidir. Bu da Papa’nın Patrik Bartholomeos ile İstanbul’da yapacağı görüşmelerde ele alınacak.
Nihayet Papa’nın, İstanbul’un barındırdığı iki dev tarihi eseri, Sultanahmet Camii ile Ayasofya’yı ziyaret etmesi, görüntü olarak da
Türkiye’nin “Suriye strate- jisi”nin temelinde öteden beri şu görüş yer alıyor: Güney komşumuzdaki çatışmaların ve kaosun son bulması, barış ve istikrarın sağlanması için Beşar Esad’ın gitmesi şart.
Hükümet yetkilileri resmi beyanlarında ve yabancı ülke liderleriyle temaslarında bu görüşü hep savunageldiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu son haftalarda özellikle ABD yönetimini bu yönde ikna etmek için büyük çaba harcadılar.
Aslında Esad’ın saf dışı edilmesinin, içerdiği komplikasyonlardan dolayı, hiç de kolay bir iş olmadığı açık.
Daha basit bir ifadeyle, Esad’ın gitmesini (Rusya ve İran gibi az sayıdaki ülkeler dışında) herkes istiyor. Ama bu nasıl başarılacak? Kim, ne şekilde müdahale edecek? Asıl mesele bu..
Gerçek şu ki Suriye’de ayaklanmanın başlamasından üç buçuk yıl sonra, bu kadar kan döküldüğü ve ülkenin önemli bir kısmı yıkıldığı halde Esad hâlâ o koltukta, ordusu ve diğer kurumlar hâlâ ona bağlı, yönetimi hâlâ dış desteğe sahip...
Esad’ın saf dışı edilmesinin siyasal ve askeri yolları ilk bakışta sanıldığı kadar açık ve kolay değil. Öyle olsaydı zaten bu kriz daha önce de hallolurdu...
Süre bizim saatle gece yarısından bir saat sonra doldu. Bu yazıyı yazarken nasıl bir sonuca varılacağını kestirmek zor. Taraflar ya anlaşacaklar, ki bu sevindirici bir sürpriz olur; ya da “uzatmaya” gidilecek...
İran’la nükleer pazarlıkta varılan nokta bu.
BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) ve Almanya’nın oluşturduğu P5+1 grubu ile İran arasındaki bu müzakereler Kasım 2013’te başladığında Temmuz 2014’e kadar bir süre konmuştu. O tarihte bir sonuca varılamadığı için, sürenin 24 Kasım’a kadar uzatılmasına karar verilmişti.
Bir yıl içinde İran’ın nükleer silah yapmasını önleyecek bütün teknik detaylar enine boyuna tartışıldı ama somut bir mutabakata varılamadı.
Ne var ki bu zaman zarfında tarafların meseleyi bir masa etrafında görüşmeye razı olması, daha önce çok konuşulan bir askeri müdahale veya savaş tehlikesini bertaraf etti. Yani müzakere sürecinin en azından bir yararı bu oldu.
Esas amaç ne?
Türkiye 1.6 milyonu bulan Suriyeli mültecilerin yarattığı sorunla uğraşırken, şimdi en az bu çapta yeni bir göç dalgası tehlikesiyle karşı karşıya...
Halep’ten gelen haberler, Suriye’nin bu ikinci önemli kentinin giderek Esad’a bağlı ordunun hâkimiyeti altına girmekte olduğu ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ise geri çekildiği yönünde...
Birkaç gündür Ankara’da Başbakan ve bazı bakanlar, Halep’teki yeni durumun Türkiye yönünde yeni bir göç dalgasına yol açacağını alenen beyan ediyorlar. Bu kez 2 ila 3 milyon Suriyelinin Türkiye’ye sığınmak isteyebileceğinden söz ediyorlar...
Bu olasılık gerçekleşirse Ankara ne yapacak?
Hükümet bu konuda bütün opsiyonları masaya yatırıyor. Tercihi, öteden beri savunduğu bir “güvenli bölge”nin kurulmasıdır. O takdirde gelecek mültecilerin büyük kısmı, Türk sınırına yakın Suriye topraklarında oluşacak bir bölgede, kamplarda barındırılacak ve Suriye’de savaş bittikten sonra evlerine dönmeleri sağlanacak.
***
Bu opsiyon kâğıt üstünde iyi. Ama pratikte bunun hayata geçirilmesi zor.
İstanbullu- ların günlük yaşamlarıyla ilgili şikâyetlerine son zamanlarda bir yenisi eklendi: O da Suriyeli dilenciler...
Gün geçmiyor ki bu kentin sakinleri sokaklarda, metro girişlerinde dilenen çoluk-çocuklu Suriyeli mülteci ailelilerinden duydukları rahatsızlığı dile getirmesinler.
Bu sadece İstanbul’da görülen bir manzara değil tabii. Benzer durum Ankara dahil Türkiye’nin birçok kentinde de var. Hatta bununla bitmiyor, birçok ilde insanlar Suriyeli sığınmacıların sebep olduğu başka sorunlardan da şikâyetçiler: Mültecilerin ucuza çalışarak iş kapmaları, kiralar dahil fiyatların artması, suç oranının yükselmesi gibi...
Suriyeli mülteciler sorunu ne yazık ki medyaya daha çok bu olumsuz yönleriyle yansıyor. Oysa bu sorunun ciddi şekilde incelenmesi gereken pek çok boyutu var.
* * *
Aslında, öncelikle sorulması gereken soru, halen Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin “geçici” mi, yoksa “kalıcı” mı olduklarıdır? Zira çözüm yollarını ona göre aramak gerekecek.
Önceki gün İstanbul’da gerçekleşen bir sivil toplum çalışması, bu soruya ışık tuttu. Friedrich Newmann Vakfı ve Avrupa Liberal Forumu’nun düzenlediği “Mülteci Krizi” başlıklı bir yuvarlak masa
Türkiye Ortadoğu başta olmak üzere belgesel politikalarda bir hayli sarsıntı ve sıkıntı yaşarken, küresel alanda hatırı sayılır bir başarı gösteriyor.
Türk diplomasisinin küresel performansının bazı başarılı örneklerini son günlerde gördük.
Bunların başında Türkiye’nin dünyanın en etkin ve güçlü uluslararası topluluklarından biri olan G-20 grubunun dönem başkanlığını devralması geliyor.
Avustralya’nın Brisbane kentinde yapılan G-20 zirvesinde Başbakan Ahmet Davutoğlu, bu yeni görevi devralır almaz, yönlendirici bir rol oynamaya başladı, dünya liderlerinin dikkatini yoksul ülkelerin sorunlarından Suriye krizinin insani boyutlarına kadar çeşitli meseleler üzerine çekmeye çalıştı.
Dünya herhalde önümüzdeki aylarda Türkiye’den G-20’nin başkanı olarak oynayacağı rol vesilesiyle sıkça söz edecektir. Türkiye BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olma çabalarından sonuç alamadı ama G-20’nin başına geçmesi, hükümetin küresel rol ve nüfuz sahibi olmak arzusunu geniş ölçüde karşılıyor.
Zor misyon