“İki Kadın, Bir Erkek” sıra dışı karakterler üzerinden aile kavramını işleyen ve beğenilen bir komedi
Dört dalda Oscar adayı olan ve Julianne Moore, Annette Bening ve Mark Ruffalo gibi üç önemli ismi bir araya getiren filmde, Jules ve Nic uzun süredir birlikte olan bir çift. Jules ve Nic’in suni döllenmeyle doğan çocuklarından Joni 18 yaşına giriyor. Erkek kardeşi Laser’ın isteğiyle ve Joni’nin girişimiyle iki çocuk, biyolojik babalarıyla tanışıyorlar. Babaları Paul, Nic hariç ailede herkesin hayatında rol oynamaya başlıyor ve yavaş yavaş hayatlarına dahil oluyor. Bu durum da ailedeki dengeleri bozuyor.
“İki Kadın, Bir Erkek” aslında aile kurumunu işliyor. Uzun süredir birlikte olan evli çiftlerin yaşadıkları sorunlar, gelgitler, çocukların sorunları gibi bildik aile filmi kalıplarını başarıyla kullanıyor. Filmde, diyaloglar ve karakterler sorunsuzca işleniyor. Oyuncu kadrosunun performanslarının da filmin akıcılığındaki rolü büyük.
“İki Kadın, Bir Erkek” ana akım ile bağımsız; komedi ile dram arasında dengede duran, eli yüzü düzgün bir yapım.
İki sevgilinin hikayesini anlatan romantik bilimkurgu “Kader Ajanları”nın başrollerinde Matt Damon ile Emily Blunt var
Ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in ilk kez 1954’te yayımlanan “Adjustment Team” adlı öyküsünün çok serbest bir uyarlaması olan “Kader Ajanları”, her insanın kaderinin bir “yönetici”ye bağlı adamlar tarafından çizildiği bir dünyada geçiyor.
Konusu şöyle: David Norris genç bir politikacıdır. Senatör olmak üzereyken bir skandal yüzünden seçimleri kaybeder. Kaybettiği seçimin konuşmasını yapmadan önce erkekler tuvaletinde Elise adlı bir dansçıyla tanışır. Genç kadından aldığı ilhamla unutulmaz bir konuşma yapan Norris, bu kısa karşılaşmayı unutamaz. Ancak Elise ile yolları her kesiştiğinde, bir “yönetici”nin emrinde dünyanın gidişatını belirleyen kara filmlerden fırlamışa benzeyen takım elbiseli, şapkalı adamlar onları ayırır. David bu düzeni keşfeder ve Elise için duyduğu aşk için çizilmiş kaderine karşı gelir.
Tahmin edilebileceği gibi Philip K. Dick’in öyküsünün “hayatının aşkını bulmak”, seçilmiş adam ve şapkalı adamlarla hiçbir bağlantısı yoktu. Zaten ana kahramanı yükselişte “çok önemli” bir politikacı bile değil, sıradan bir sigortacıydı.
Darren Aronofsky’nin yönettiği “Siyah Kuğu” yılın en konuşulan filmleri biri oldu. Yarın gece Natalie Portman’a En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar kazandırma olasılığı da hayli yüksek.
Aronofsky bundan önceki filmi “Güreşçi”de de kendisini fiziksel olarak hırpalayan bir kahramanı anlatmıştı. Bu defa sırada bir balerin var. Tekniği kuvvetli, azimli Nina’ya sanat yönetmeni Thomas Leroy bir fırsat verir: “Kuğu Gölü”nün başrolü. Ancak Leroy’un bir endişesi vardır. Nina’nın Beyaz Kuğu olarak başarılı olacağından emindir ama Siyah Kuğu’yu canlandıracak seksapel ve çekiciliğe erişeceğinden emin değildir. Kızına çok düşkün annesi Erica’yle yaşayan Nina, rolün ağırlığı altında ezilir ve akli dengesi bozulmaya başlar.
Aronofsky ile ilgili yaygın bir kabul var: O, ya çok seveceğiniz ya da hiç sevmeyeceğiniz yönetmenlerden... Arası yok. Bunun nedeni de yönetmenin kendinden fazla emin tavrı, filmlerindeki kesin yargılar ve iddia olabilir. “Siyah Kuğu”da da, Aronofsky’nin “Her şeyi çözdüm” tavrı filmin tökezlediği nokta oluyor.
Çözümlemeler derinliksiz
Portman’ın başarısı tartışılmaz performansına, bale dünyasının estetiğine rağmen hırsı göstermesindeki cesarete, gerilimin iyi
Tüm belli başlı kategoriler dahil olmak üzere 12 dalda Oscar adayı olan “Zoraki Kral”, Kral VI. George ile onun konuşma sorununu çözmeye çalışan konuşma terapistinin hikayesini anlatıyor
Zoraki Kral”, Oscar adayları açıklandığında 12 dalda aday olarak Akademi’den en çok adaylık alan film oldu. Akademi Ödülleri’nin dağıtılacağı 27 Şubat gecesi, ekibin değişik üyelerini, özellikle de Colin Firth’ü ellerinde Oscar heykelciğiyle göreceğimiz ise kesin gibi...
Akademi Ödülleri’nin adaylıklarında “The Social Network / Sosyal Ağ” ve “Başlangıç / The Inception” gibi iddialı filmleri geride bırakan “Zoraki Kral” düz ve klasik bir anlatıma sahip, karakterlerin aralarındaki ilişkiler üzerinden ilerleyen bir dram.
Kral V. George’un küçük oğlu Albert veya aile arasındaki adıyla Bertie, çocukluğundan beri kekeme. Babasının ölümünün ardından Albert’ın abisinin tahta çıkması bekleniyor. Ancak abisi boşanmış bir kadınla evlenmek için ısrar edince tahtı Albert’a bırakıyor.
Bu arada Albert (ki kral olduktan sonra VI. George adını almıştır) normal yöntemleri kullanmayan Lionel Logue adlı bir konuşma terapisti tarafından tedavi edilmeye başlıyor. Kral başta Logue’un konuşmasını düzeltmesi
Yedi dalda Oscar adayı olan “Dövüşcü”, hafif orta sıklette dünya şampiyonu olan boksör Micky Ward’un hayat hikayesinden yola çıkıyor
Amerikan sinemasının gözde konularından “başarı öyküleri”nin öznesi olarak karşımıza çıkan meslek gruplarından biri de boksörler... “Rocky” serisinden “Cinderella Man”e kadar örnekleri çoğaltmak mümkün. “Dövüşçü” de ilk bakışta, ne de olsa eninde sonunda dünya şampiyonu olacak bir boksörü konu almasıyla bir başarı öyküsü olmasına rağmen yönetmen David O. Russell, bu tarz filmlerin klişelerine teslim olmuyor.
Micky, uyuşturucu bağımlısı eski boksör üvey abisi Dicky tarafından çalıştırılıyor ve annesi Alice’in menajerliğinde dövüşüyor. 1990’ların başlarında 30’lu yaşlarına gelmesine rağmen genellikle yükselen başka boksörlerin maçları kazanmasını sağlamak dışında dikkat çeken bir kariyeri yok. Bol kız kardeşli ailesinin her işine karıştığı Micky, annesi ve abisinin ısrarı sonucu kilo olarak kendisinden çok daha ağır bir boksörle dövüşüp, hezimete uğruyor. Bu arada Charlene ile bir ilişkiye başlıyor. Kaybettiği dövüş, Dicky’nin tutuklanması ve Charlene’nin annesi ile Dicky’nin onun kariyerine iyi gelmediği konusundaki ısrarı, Micky’nin kafasını
Ömer Faruk Sorak’ın yeni filmi, bir aşk öyküsünün iki kahramanını çocukluklarından itibaren takip ediyor
Vizontele”, G.O.R.A” ve “Yahşi Batı” gibi ticari açıdan başarılı filmlerin yönetmeni Ömer Faruk Sorak, “Aşk Tesadüfleri Sever”de bu kez ‘büyük bir aşk’ filmi yapmayı hedefliyor.
Özgür kalp hastası olduğu için hayatı boyunca dikkatli yaşamaya mahkum, başarılı bir fotoğrafçıdır. Aslında bir açıdan baba mesleğini devam ettirmektedir çünkü babası da hayatı boyunca bir fotoğraf stüdyosu işletmiştir. Deniz ise kariyeri istediği kadar iyi gitmeyen bir oyuncudur. Bir işadamıyla nişanlıdır ve nişanlısının onun mesleğine yeteri kadar önem vermemesinden şikayetçidir... İkisi de Ankara’da büyüyen ve çocukluklarından itibaren birçok kez yolları kesişen Deniz ve Özgür, sonunda tesadüf sonucu tekrar karşılaşır ve birbirlerine âşık olurlar.
Film, bu aşk hikayesi ve karşılaşmalar üzerinden geri dönüşlerle bu iki karakteri çocukluklarından yetişkinliklerine kadar takip ediyor.
“Kurtlar Vadisi Filistin” intikamı en ilkel haliyle, şiddet üzerinden yüceltmek dışında hiçbir şey yapmıyor
Vizyon tarihi Kasım 2010’dan bugüne ertelenen ve sezonun en çok izleyici çekmesi beklenen filmlerinden biri olan, Zübeyr Şaşmaz’ın yönettiği “Kurtlar Vadisi Filistin”, Polat Alemdar ve ekibinin “Kurtlar Vadisi Irak”tan sonra ikinci beyazperde macerası.
Malum, filmle ilgili ilk gelen bilgilerden beri biliyoruz, bu kez Polat Alemdar ve arkadaşları Mavi Marmara baskınının intikamını almanın peşindeler. Nitekim Mavi Marmara’da geçen bir açılış planından sonra bir anda kendimizi İsrailli askerle çatışan Polat Alemdar ve arkadaşlarının yanında buluyoruz. Öğreniyoruz ki, buraya Moşe adlı bir İsrailli komutanı öldürmek için gelmişler. Filmin geri kalanı, Filistin halkının acılarına şahit olup gerçek Yahudiliğe dair tiratlar atan Yahudi asıllı bir Amerikalı kadın, kötü adamlarımız Moşe ve ne idüğü belirsiz İsrailli üst düzey bir yetkili, Polat ve adamları tarafından öldürülen onlarca İsrail askeri ve acı çeken Filistin halkı diye sürüp gidiyor.
Karakterlerden olaylara her şeyin aşırı karikatürize olduğu film, dizinin komplo teorisi üretme huyundan bile nasibini almamış. Eğer
Robert Duvall’in oyunculuğuyla güç kattığı film, ölmeden önce cenaze törenini düzenlemek isteyen bir adamın hikayesini anlatıyor
Herkesten uzak ve tek başına bir yaşam süren huysuz ihtiyar Felix Bush, kendi cenazesini hayattayken düzenlemeye karar veriyor. Bu iş için Frank Quinn’in işlettiği ve genç Buddy’in çalıştığı
cenaze evini görevlendiriyor, bir tomar para karşılığında... Kasaba halkının hakkında korkunç hikayeler anlattığı Bush, “cenaze partisi”’ne onun hakkında anlatacak bir hikayesi olan herkesin gelebileceğini ilan ediyor.
1930’ların sonlarında Tennessee’de geçen “Büyük Sır”ı izlerken, daha en baştan kasabalının hakkında felaket şeyler söylediği Felix Bush’a sempati duyuyor ve onun hikayesini merak ediyorsunuz.
Ağır havayı Bill Murray dağıtıyor
Filmin senaryosu da tam da bu yüzden düzgün işliyor. İnsanların bilmedikleri, kendilerinden uzak duran kişilerden korktuğunun sinema hafızamızdaki en güçlü temsillerinden biri “Bülbülü Öldürmek/To Kill A Mockingbird”deki (1962) Boo Radley karakteri şüphesiz. Kaderin cilvesine bakın ki, bu klasik filmde de onu Robert Duvall canlandırır.