Ömer Faruk Sorak’ın yeni filmi, bir aşk öyküsünün iki kahramanını çocukluklarından itibaren takip ediyor
Vizontele”, G.O.R.A” ve “Yahşi Batı” gibi ticari açıdan başarılı filmlerin yönetmeni Ömer Faruk Sorak, “Aşk Tesadüfleri Sever”de bu kez ‘büyük bir aşk’ filmi yapmayı hedefliyor.
Özgür kalp hastası olduğu için hayatı boyunca dikkatli yaşamaya mahkum, başarılı bir fotoğrafçıdır. Aslında bir açıdan baba mesleğini devam ettirmektedir çünkü babası da hayatı boyunca bir fotoğraf stüdyosu işletmiştir. Deniz ise kariyeri istediği kadar iyi gitmeyen bir oyuncudur. Bir işadamıyla nişanlıdır ve nişanlısının onun mesleğine yeteri kadar önem vermemesinden şikayetçidir... İkisi de Ankara’da büyüyen ve çocukluklarından itibaren birçok kez yolları kesişen Deniz ve Özgür, sonunda tesadüf sonucu tekrar karşılaşır ve birbirlerine âşık olurlar.
Film, bu aşk hikayesi ve karşılaşmalar üzerinden geri dönüşlerle bu iki karakteri çocukluklarından yetişkinliklerine kadar takip ediyor.
Tesadüf üzerine tesadüfün yaşandığı bu aşk öyküsünde, sadece bu durum değil, her şeyi çok aşırı. Tesadüfler bombardımanına kendinizi zorlayıp inanmanız da yeterli olmuyor. Müzikler, oyunculuklar, olaylar, olaylara verilen tepkiler derken filmde her şey aşırı.
Bütün bu hengame içerisinde, ana akım çizgide ilerleyen bir aşk filmini sevmenizi sağlayacak en önemli etkenin hikayenin iki tarafını sevdirmek olması ise neredeyse göz ardı edilmiş. Özellikle Deniz karakteri öyle yazıldığı için mi, yoksa oyunculuktan mı bilinmez, değil sempati duymak, katlanılması bile zor bir tip.
Ana akım sinemanın izleyicisini müzikleri, diyalogları ve olay akışıyla belli duygulara
zorlaması yeni bir şey değil. Ama “Aşk Tesadüfleri Sever” bunu çok açık vererek yaptığı, izleyicisini inandırmaya çalışırken dikiş yerleri çok belirgin olduğu için ters tepiyor.
“Aşk Tesadüfleri Sever”Yön.: Ömer Faruk Sorak
Oyn.: Belçim Bilgin (Deniz), Mehmet Günsür (Özgür), Ayda Aksel, Altan Erkekli, Şebnem Sönmez
Sen.: Nuran Evren Şit Erdik
Görüntü Yön.: Veli Kuzlu
Müz.: Ozan Çolakoğlu
Teknoloji tamam da, hikaye nerede?“Sanctum”, James Cameron’ın yürütücü yapımcı olarak karşımıza çıkıyor. Cameron’ın filme katkısı bu kadar değil. Filmde aynı zamanda Cameron’ın “Avatar” için geliştirdiği 3D fotoğraflama teknikleri de kullanılmış. Bu da demek ki, 3D açısından iddiası ortada bir filmle karşı karşıyayız.
Filmin hikayesinin çıkış noktası, senaryosunda John Garvin’le birlikte imzası olan Andrew Wight’ın başına gelen bir olay... Olay da şu: Wight bir mağarada dalış yaparken fırtına çıkıyor ve çıkış yolu tıkanıyor. Wight da bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor.
Senaryoda sıradan çatışmalar “Sanctum”da ise Güney Pasifik’te hiç keşfedilmemiş, muazzam bir mağara sistemini keşfeden bir ekip, beklenenden önce patlayan tropik bir fırtına yüzünden mağara sisteminde mahsur kalıyor. Biz de, canlarını kurtarmak için çabalayan ekibi takip ediyoruz. Ekipte öne çıkan karakterler ise devamlı didişen baba Frank (Richard Roxburgh) ile oğlu Josh (Rhys Wakefield), dalışın masraflarını üstlenen Carl (Ioan Gruffudd) ve Carl’ın sevgilisi Victoria (Alice Parkinson)...
Alister Grierson’ın yönettiği filmin 3D teknolojisinin üstünlüğünü tartışmaya gerek bile yok. Zira bu teknik “Avatar”dan onaylı. Mağaraları bu teknoloji aracılığıyla izlemek de tabii ki muhteşem bir görsellik vaat ediyor. Ama hikaye, filmin güç kaybettiği bölüm. Macera filmlerinde birçok kez gördüğümüz aile ve ekip içi çatışmalar sıradan.
“Sanctum” bir filmin sırf büyüleyici mekanlarla var olamayacağının göstergesi gibi. “Sanctum” kurmaca bir film değil, 3D çekilmiş bir mağara belgeseli olsaydı çok daha ilginç olabilirdi.