Gezi olayları bugünkü Türkiye’den memnun olmayanların ayaklanmasıydı. Çevre hassasiyeti olan gençlerin protestosu olarak başlasa da ülke çapında kitleselleşmesi, farklı sebeplerle mevcut duruma isyan edenlerin sokaklara çıkmasıyla oldu. Ön planda üniversiteliler ve Beyaz Türkler görünse de o kalabalıkların içindeki en büyük kitleyi Aleviler oluşturdu.
***
Türkiye değişip, eski rejimin ikinci sınıf vatandaş yerine koyduğu kesimler haklarına kavuşurken Aleviler bugün hala mağduriyetlerini sürdürüyorlar maalesef. Halbuki mütedeyyin kesim, Kürtler ve gayrimüslimler Ak Parti döneminde mağduriyetlerini önemli ölçüde giderdiler. Elbette her birinin hala eksikleri var. Ruhban okulunun açılma talebi, Kürtlerin başta ana dilde eğitim olmak üzere haklı talepleri, başörtülü kadınların üç alanda yasaklarının devam etmesi hala yapılması gereken önemli düzenlemeler olduğuna işaret ediyor ama bunlara rağmen bu üç kesim cumhuriyet tarihinde atılamayan adımların bu iktidar döneminde atıldığını gördüler. Halbuki Aleviler öyle değil...
***
Türkiye değişirken mağduriyetlerini koruyan tek kesim kitle halinde Aleviler kaldı. O nedenle mutsuzlar. Gezi olaylarında kitlesel olarak sokaklara
Şu sıralar herkes cemaat-hükümet çatışmasını konuşuyor. Bu çatışmadan kim galip çıkacak? Kim kaybedecek? Size şaşırtıcı gelebilir ama göreceksiniz: Esas kaybeden iki taraf da olmayacak. Ya kim olacak? Bu iki güç dışında kalan ilkesiz ve oportünist kesimler... Halbuki onlar için bu mesele bir yeniden itibar kazanma fırsatıydı. Tek yapacakları bu konuda adil ve dürüst olmaktı. Ama olmadı. Bunu tercih etmediler...
***
Son 5 yıldır yaptıkları gibi yine zeka ve ahlaktan yoksun bir analiz yaparak bir tarafa yamanmayı seçtiler. Nefret ettikleri Erdoğan’ı devirebileceklerine inandıkları Gülen cemaati ile ittifak yaptılar. Komik ama gerçek: Benim gibi liberal demokratlar cemaat mensuplarının haklarını ve özgürlüklerini savunurken bizlere her türlü hakareti edenler şimdi cemaatçi oldular...
***
Şu an Erdoğan’ı devirsin diye cemaate destek verenler çok yakın zaman önce Gülen cemaati için emniyet ve yargıyı ele geçirmiş çete diyorlardı. Bu oportünistlere göre sahte kanıtlar yaratarak insanları haksız yere içeri tıkan bir suç örgütüydü cemaat. Zaman ve Samanyolu başta olmak üzere tüm cemaat medyasına kara propaganda ve yalan makinesi gözüyle bakıyorlardı. Şimdi ise aynı cephedeler...
Klavyenin başına oturduğum şu an çok tuhaf duygular içindeyim. Hani büyük coşku ve mutluluklara bir hüzün, ince bir keder karışır, böyle karında hafif hafif hissedersin. İçin içine sığmazken gülmek değil ağlamak istersin... İşte öyle gel gitli, öyle uçlarda duygular...
* * *
Sabah erkenden Rasim’in çaldığı Ahmet Kaya parçalarıyla uyandım. 16 Kasım 2000’de, ülkesinden uzakta, ani bir kalp kriziyle keder içinde hayata veda etmişti Kaya. ‘Keşke dedik’ sesi kulaklarımıza çalınırken, ‘keşke bugün, 13. ölüm yıldönümünde Amed’de o da olsaydı’.
* * *
Sonra tarihe yazılacak gelişmeler yaşanmaya başladı. Başbakan Diyarbakır’a geldi. Barzani ile buluştu. BDP’li Belediye Başkanı Osman Baydemir’in makamında bir araya geldiler. Leyla Zana, Ahmet Türk ve Sırrı Sakık da davete iştirak ettiler. Onlara Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses de katıldı. Ve ardından açılış törenine geçildi.
* * *
Son günlerde Nietzsche’nin şu sözü üzerine düşünüyorum: ‘Beni öldürmeyen her şey beni güçlendirir.’ Zira iki aydır öyle yalanlar duydum ki.... Artık son derece şahsi bir meseleyi bu köşeye taşımak farz oldu. İlk kez bütün süreci burada anlatacağım.
* * *
Her şey geçen ilkbaharda başladı. Artı Film’in sahipleri ve aynı zamanda dostlarım olan Zeynep ve Onur Peker bana ilginç bir öneride bulundular. Dediler ki ‘Senin siyaset yorumculuğun çok etkili. Topluma dokunmayı biliyorsun. Samimisin ve iyi bir televizyoncusun. Gel sabah kuşağında da kadınlara seslen.’ Önce çok yabancı geldi bu fikir. Ama Zeynep ve Onur ısrar ettiler. Yeni bir formattan bahsettiler. Rusya’da çok izlenen, toplumun farklı kesimlerini konuşturmayı hedefleyen bir program... ‘Olabilir ama Milliyet yazarlığım ve CNN Türk’teki yorumculuğum benim için esas’ dedim. ‘Peki’ dediler. Büyük ve deneyimli bir ekip kurdular. Kanal D’de eylül başında başladık.
* * *
Ancak daha ilk gün bitti, hemen korkunç bir saldırı başladı. Saldırı diyorum çünkü yıllardır bu tip şeyleri detaylı takip ettiğim için biliyorum: Sanki tek bir merkezden çıkmışçasına yapılan haberler eleştiri değil, itibarsızlaştırma kampanyasıydı. Ve bu
31 Ekim Perşembe günü tarihe Türkiye için apaydınlık bir gün olarak geçti. Ancak o günden tartışılan bir şey kaldı: Şafak Pavey’in konuşması... Şu anlaşıldı ki Pavey, Sevde Bayazıt Kaçar’ın bir demecini tamamen çarpıtarak kürsüde okumuş. Konuşma üslubunun yumuşak olması, gülümseyerek konuşması ortada kasıtlı bir manipülasyon olduğu gerçeğinin üzerini örtemiyor maalesef...
* * *
O günden beri düşünüyor ve bir şeyi garipsiyordum: Pavey, Sevde Bayazıt’ın konuşmasını çarpıtarak aktarırken Bayazıt da salondaydı. Neden çıkıp da yanlışı düzeltmedi, kendini savunmadı? Neden konunun öznesi iken sessiz kaldı?
* * *
Araştırdım. Cevabı Bayazıt’ın kardeşi ve aynı zamanda basın danışmanı Meral Hanım’dan aldım. Sevde Bayazıt, Şafak Pavey’in kendinden bahsettiğini anlamamış ki! Hatta o sözleri duyduğunda içinden ‘Allah Allah kim söyledi ki bu sözleri?’ diye geçirmiş. Daha sonra diğer vekillere de ‘Bu sözler kime ait?’ diye sormuş. Aralarında konuşmuşlar ve kimsenin böyle bir şey söylemediğini teyit etmişler. Herkes bir diğeri zannettiği, kimse üzerine alınmadığı için salonda kürsüye çıkıp cevap da vermemişler.
* * *
Kafamı kurcalayan başka bir soru da neden başörtülü vekillerin
Yüreğime ateş gibi düşen bir yazı okudum cuma günkü Radikal’de. Bu yazıyı kaleme alan, ‘abi’ diye hitap ettiğim ve hakikaten değer verdiğim Cengiz Çandar olmasaydı ben masanın başına oturmazdım. Halbuki şimdi... Biraz şaşkınlık ve çokça hayal kırıklığı ile şuradan başlayayım:
***
Sevgili Cengiz abi, seni ben uzun yıllar dünya çapındaki müthiş bağlantıların, kaynaklara erişebilme gücün, Ortadoğu bilgin ve en çok da demokrat duruşun nedeniyle dikkatle takip ettim. Birlikte seyahatlerde de bulunduk, davetlerde de... Hatırlar mısın en son 2011’de benim doğum günümde bizim evde sen ve Tuba Hanım, Mehmet Barlas, Taha Akyol, Nazlı Ilıcak, Mutlu Tönbekici, Radikal’in yeni ve genç yazarlarından Verda Özer, sanatçı Rojin ve daha birçok kişi toplanmıştık. Ahmet Kekeç de vardı o gün bizim evde. Hatta Kekeç’le şakalaşmıştınız. Hep beraber kahkahalar attığımız bir gece olmuştu. O gecenin güzel videoları Rasim’in arşivinde saklı... Nerden nereye...
***
Türkiye’nin en temel insan haklarından yoksun olduğu günlerde nasıl da cesurdun... Askeri vesayete karşı en dik duranlardan biri oldun. Devletin Kürt politikasına hep meydan okudun. Bu nedenle 28 Şubat’ta kurban seçildin... Ergenekon
Priştine - PrizRen
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, eşi Emine Erdoğan, kızı Sümeyye Erdoğan ve bakanlar, milletvekilleri, iş dünyasının önemli temsilcileri ile günübirlik bir ziyaret için Kosova’ya gittik. Ziyaretin en önemli amacı Priştine’de Limak ortaklığında yapılan Adem Yaşari havalimanının açılış törenine katılmaktı. Hakikaten de eskisiyle kıyaslanmayacak, kocaman, güzel bir alan inşa edilmiş. Açılıştan sonra Prizren’de halka da hitap etti Başbakan; ardından ikili görüşmeler yaptı. Bu arada kasım başında Kosova’da seçimlerin olduğu notunu da düşelim...
Sanki kendi liderlerini karşıladılar
Dikkatimi çeken açılıştan ziyade ayağımızı Kosova’ya bastığımız andan itibaren her noktada karşılaştığımız kalabalık ve Başbakan’a gösterilen ilgiydi; öyle ki Prizren’de okullar tatil edilmişti. Her yere Erdoğan’ın dev posterleri asılmıştı. Televizyon, gazete ve radyolar neredeyse sadece bu ziyaretten bahsediyordu. Kısacası Kosovalılar adeta kendi liderlerini karşıladılar. Bu insana acayip bir gurur veriyor tabii. Bir de neredeyse herkes Türkçe konuşuyor. Oradaki Türkleri tenzih ederek söylüyorum: Arnavutların çoğu da bizi dilimizle selamladılar.
Tabii bu yazının esas konusu
Geçenlerde büyük bir haksızlık yaptığımı fark ettim. Bir de baktım ki devamlı bizim pıtırcıkları yazıyor ama evdeki kızdiğer dünyalar güzelimizi es geçiyorum: Lokum Hanım. Bizim nazlı prensesimiz... Tatlı kedimiz Lokum...
Lokum hamile. Daha doğrusu idi. Ta ki biz bayramı fırsat bilip Antalya’ya gelene ve kafa dinlemek için harika bir yer olan Tekirova Güral’a yerleşene kadar. Zannediyorduk ki hanımefendi iki haftaya doğuracak. Büyük bir rahatlıkla anneme bırakıp geldik bir haftalığına tatile... Sonuç: Tesislere girer girmez annem aradı ve müjdeyi verdi: Lokum veterinerin dediği gibi 15 gün daha beklemedi, üstelik tahminlerin aksine 2 ya da 3 tane değil tam 6 tane doğurdu!
Bir seneye 8 yavru! 3 ay önce anne şimdi de anneanne oldum! Hem de iki pespembe burunlu sarı, dört de gri-siyah yaramaz mı yaramaz kediciğin anneannesi! Annem ve kardeşim sürekli resimler gönderip duruyor... Bizim pıtırcıkların şimdiden pabucu dama atıldı. Eve dönmek için sabırsızlanıyoruz...
Hakan Fidan
Hakan Fidan’la ilgili çok tuhaf gelişmeler tatil rehavetini ve haber grevini deldi geçti. Önce Wall Street Journal’da kabataslak işaret edilen, sonra da Washington Post’ta David İgnatius’un