Yaklaşık değil, tam 5 yıl geçmiş Başbakan’ın Brüksel’e gelişinin üzerinden. 5 yıl sonra çok da zor bir gündemle çıkıyor Avrupa başkenti seyahatine. Kritik bir ziyaret bu. Zira 17 Aralık sonrası ortaya çıkan tabloyu Batı’ya anlatmak kolay değil. Başbakan’ın Brüksel’de yapacağı temaslar, vereceği mesajlar o nedenle çok önemli.
Uçak havalanır havalanmaz yanımıza geliyor Başbakan. Keyfi yerinde. Espriler yapıyor, sohbet ediyor bizlerle. Uçaktaki hava da Başbakan’ın havasına paralel. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Yalçın Akdoğan... Bütün ekip son derece neşeli, esprili... Davutoğlu bizimle uzun uzun sohbet ediyor. Konuşacak çok şey var ama tabii biz henüz Esad rejiminin bir askerinin çektiği insanlık aybı fotoğraflardan haberdar değiliz.
Brüksel’e iner inmez telefonlarımız çalmaya başlıyor. Biz gökyüzündeyken dünya Esad’ın vahşetine artık gözlerini kapatamaz hale gelmiş. Herkes Suriye’den çıkan, Hitler döneminin Nazi kamplarını aratmayan o fotoğrafları konuşuyor. Davutoğlu’na bakıyorum. Zaten bildiği bir şeyin artık reddedilmez bir şekilde ortaya saçılmasının verdiği haklı bir hüzün var yüzünde. Temkinli davranıyor, ‘Yarın bu konuda
7 sene önce bugün, dün gibi aklımda. Gazetedeydim. Yazı işlerinin ortasındaki masamda bir röportaj yazıyordum. Bir anda ortalık karıştı. ‘Hrant Dink’i vurmuşlar’ cümlesini duyduğumu, koşarak televizyonun başına gittiğimi hatırlıyorum. Daha birkaç hafta önce Agos’taki odasında karşılıklı oturduğum, röportaj yaptığım, bana o iğrenç dava süreçleri ve karalama kampanyaları ile ilgili korkularını anlatan, sonrasında da defalarca telefonla konuştuğum babacan adam... Gitmişti... Hakikaten de gitmişti...
19 Ocak 2007 benim hayatımı birçok açıdan etkileyen bir gün oldu. Gözümün önünde cinayete adım adım yaklaşmanın adı, Şişli’nin artık hafızamda yalnızca o korkunç sahneyle özdeşleşmesi, o dönem oturduğum Agos’a yakın evden soğumam, kısa süre sonra taşınmam, o günkü kalabalıklar, ‘Hepimiz Ermeniyiz’ pankartlarını görünce içimde kabaran duygular... Hepsi ve çok daha fazlası demek benim için 19 Ocak 2007.
Üzerinden 7 sene geçmiş. Büyük bir utanç süresidir bu 7 sene. Koskoca 7 sene geçmiş ve Hrant Dink cinayeti hala öyle, ortada bir ceset gibi duruyor.
Cinayete adım adım yaklaşırken Hrant’ın söylediği, “Beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye
Hep aynı şeyi yapıyoruz. 17 Aralık operasyonu sonrası yaşananları iç politika açısından değerlendiriyoruz. Oysa bence bu operasyonun dış boyutu içeride olandan çok daha vahim. 17 Aralık sürecinin dış ayağı korkutucu bir yere gidiyor. Dışarıda çizilmeye çalışılan imaj hepimize ciddi zarar verebilir...
Geçtiğimiz hafta Serdar Turgut çok önemli bir uyarı yaptı. Dedi ki: ‘Ülke olarak büyük tehlike ile karşı karşıyayız. Dünyanın güçlüleri, global karar vericiler, Türkiye’yi terörü destekleyen ülkelere ve terör örgütlerine parasal akış sağlayan ülke olarak konumlandırmaya çalışıyor.’ Peki ama bu imaj nasıl oluşuyor? Türkiye nasıl görünüyor? Geçtiğimiz hafta dış politika muhabirliği döneminden beri koruduğum kaynaklarımla bağlantıya geçtim ve bu olayın Batı dünyası ile İsrail’de nasıl karşılandığını araştırdım. Washington ve Brüksel’deki birçok diplomat ve uzmanla off the record görüşmeler yaptım.
Çıkardığım sonuçlar şunlar: Gülen cemaatinin güvenlik ve yargı bürokrasisinde özerk bir alan istediği ve demokratik yolla hangi hükümet gelirse gelsin değişmeyen bir Gülenci iktidar alanı talep ettiği konusunda görüştüğüm tüm diplomatik kaynaklar hemfikir. Gülencilerin eski rejimdeki
Türkiye’de art arda, düğmeye basılmışçasına, büyük bir bütünlük içinde cereyan eden olaylara bakıp da hala ‘paralel devlet’ iddiasını yok sayanlara sadece KCK davasında yaşanan gelişmelere bakın demek lazım. Bu süreçte çok önemli ve cesur yazılar yazan Gülay Göktürk de dün dikkat çekmiş: ‘KCK sanıklarına Kürtçe savunma yasağı getirerek bu davaların neredeyse 4 yıl kilitlenmesine sebep olan mahkeme heyetini dikkatlice incelesinler. Son olarak üç ayrı mahkeme heyetinin sanki bir yerlerden düğmeye basılmış gibi, BDP’li vekillerin tahliyesiyle ilgili aynı kararı almasını nasıl okuduklarını söylesinler...’
* * *
Halbuki daha düne kadar ısrarla KCK sanıklarını içeride tutmaya sanki ant içmişti aynı yargı. Hatta hem emniyet hem de iddianameleri hazırlayan savcılar ve aynı mahkeme heyeti bizleri birkaç yıl önce bir kavramla tanıştırmışlardı. Şu sıralar herkesin dilinde olan bir kavramdı bu. Hatırlar mısınız, ‘paralel devlet’ lafı KCK davasında dolaşıma sokulmuştu. Deniyordu ki BDP’li belediyelerde paralel yapılanma var, belediye başkanının üzerinde temizlik görevlileri mevcut vs vs... Kim diyordu bunu? Bugün Başbakan’ın işaret ettiği, emniyetin ve yargının içindeki paralel devlet
17 Aralık’tan beri korkunç gelişmeler yaşanıyor ülkede. Bir anda ardı ardına dev operasyon ve şaibelerin ortasında kaldık. İddialar yenilir, yutulur cinsten değil. Bir iktidar partisinin bakanları, bakanlarının oğulları ile ilgili böyle vahim suçlamalar yapılırken bu işin üzeri hiçbir şekilde örtülemez. Öte yandan, böyle bir operasyonun sağlıklı yürüdüğünden, arka plan ajandası olmadığından da emin olmak lazım. Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmasın ama hesap sorma mekanizması da adil ve tarafsız olsun. Şayet önemli dosyalar varsa bunlar da biriktirilip siyasete karşı silah olarak kullanılmasın.
Maalesef manzara operasyonların niyetinin siyasete yön vermek olduğunu işaret ediyor. Böyle bir tehlikenin karşısında da demokratik bir ülkede asla atılmayacak adımlar atıyor hükümet. Bu da soruşturmalar karartılmaya çalışılıyor izlenimi doğuruyor. Yanlış bir zeminde doğrular tutmuyor artık maalesef...
Ancak daha soruşturma aşamasına bile gelinmeden birtakım isim listelerini çarşaf çarşaf yayımlanıp karakter suikastları yapanları, haberleri açıkça çarpıtarak, mesela başsavcının ısrarla yalanladığı bir iddiayı görmezden gelip yalan söyleyenleri görünce... Hele bunları tanıdığımı
17 Aralık süreci iki çok önemli ve eşzamanlı çözülmesi gereken sorunu Türkiye’nin önüne attı: Birincisi ortaya çıkan yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet... İkincisi ise devlet içindeki hukuksuz yapı. Dün Liberal Düşünce Topluluğu’ndan Profesör Atilla Yayla Yeni Şafak’taki köşesinde mükemmel bir yazı yazdı. Dedi ki: ‘Liberal demokrasiye ve hukukun hakimiyetine gerçekten bağlı olan biri elbette yolsuzluklara karşı çıkacak. Yolsuzluk şüphelilerinin kim olurlarsa olsunlar adil ve etkili şekilde yargılanması için mümkün her desteği verecektir. Ancak bu bürokratik vesayet teşebbüslerinin onanmasını gerektirmez. Liberal demokratlar yolsuzluğa olduğu gibi bürokratik vesayete de hayır demek zorundadır.’
Ben Türkiye’nin bu karmaşadan çıkabilmesi için tek yol göstericinin bu mantık olduğunu düşünüyorum. İki koldan bir mücadele verilmeli. Yolsuzluk, hırsızlık yapanlar tasfiye edilirken, arka plandaki giderek büyüyen, sivil iradeyi ipotek altına almaya çalışan yapı da asla göz ardı edilmemeli.
Ancak maalesef herkes Yayla gibi net tavır koymuyor. İşin bir ucunu görüp, diğer ucu yokmuş gibi davranıyor. Kendine liberal diyen kimi yazarlar liberalizme ve demokratlığa aykırı bu tavırlarını ileride
“KCK soruşturması sürecinde yaşanan çok tuhaf ve korkutucu bir olayı geçen hafta CNN Türk’te anlattım. İki değerli entelektüel Ferhat Kentel ve Mesut Yeğen hiçbir suçları yokken sadece BDP’nin bir konferansına davetli oldukları için tutuklanmanın eşiğinden döndüler. Hikaye şu:
Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasından sonra Ferhat Kentel’e devlette çalışan bir yakını KCK soruşturmasında isminin geçtiğini söyler. Kentel bu durumu Ali Bayramoğlu’na anlatır. Bayramoğlu böyle bir çılgınlığa ihtimal vermez ama yine de Mustafa Karaalioğlu’na da iletir Kentel’in duyumunu. Karaalioğlu da buna ihtimal vermez ama yine de meşhur bir polis şefine anlatır durumu. Anlatınca da karşı tarafın söyledikleri karşısında şaşırıp kalır. O polis şefi Kentel ve Yeğen’in KCK’nın teorik elebaşlarından olduğunu söyler. BDP ile her temasa geçene KCK’lı diye bakan bir zihniyet vardır ortada...
Bunun üzerine Karaalioğlu ve Bayramoğlu telaşlanır ve konuyu en üst düzey yetkili makamlara iletirler. Bu durumdan hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı çok rahatsız olurlar ve böyle bir hukuksuzluk karşısında inisiyatif kullanırlar. Böylece bu saçmalık mahkeme aşamasına intikal etmeden durdurulur.”
Bu
Dünyanın en büyük liderlerinden biri, uzun bir yaşamın ardından hayata veda etti. Nelson Mandela ya da halkının hitap şekliyle ‘Madiba’ 95 yaşında yaşamını yitirdi. Ayrımcılığın en bariz ve en acımasızca yaşandığı tüyler ürpertici bir rejimi çok uzun mücadeleler sonucu yıkan ve kucaklayıcı, birleştirici tavrı ile dünyaya damgasını vuran bir insandı Mandela. Güney Afrika’da toplumun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan Beyazların yüzde 90 Siyahlar üzerinde kurduğu tam tahakküm rejimi olan Apartheid’ı yıllar içinde, yavaş yavaş, çeşitli evrelerden geçerek, dünyaya anlatarak ve en sonunda Beyazlara ‘başka türlü olamayacağını söyleterek’ yıktı.
* * *
2010 yılının Mart ayında o süreci yerinde araştırmak ve taraflarla konuşmak için Güney Afrika’ya gitmiş, AKŞAM gazetesi için bir yazı dizisi hazırlamıştım. Madiba’nın Johannesburg’un ‘Zenci mahallesi’ olan Soweto’daki evine de uğramıştım o seyahat sırasında. Apartheid yıkılıp Mandela dünya lideri olmuştu ama Soweto hala fakir mahallesiydi. Hala zenciler ‘township’lerdeki kulübelerde, Beyazlar ‘town’larda büyük güzel evlerde oturuyorlardı. Apartheid yıkılmıştı yıkılmasına ama hayatın kaymağını hala ağırlıklı olarak beyazlar yiyordu...
A