Ülke iyice iç sıkıcı bir hale geldi. Toptancı, maksimalist yaklaşımlar zaten pek de alışkanlığımız olmayan konuşma eylemini tamamen zorlaştırmaya başladı. Her tarafta bir holiganizm... Feci bir battaniye gibi boğuyor insanı. Devletin içinde açık bir savaş var. Buna şüphe yok. Yasa dışı ses kayıtları sabah sporumuz olmuş. Cumhurbaşkanından başbakana ve bakanlara kadar herkesin konuşmaları artık kes-yapıştır mı, değil mi, yoksa tamamen kurgu mu bilmiyoruz ama şantaj amaçlı istiflenmiş. Böyle müthiş organize bir çeteyle her hukuk devletinde hesaplaşmak gerekir. Şayet bu yapının şantaj listesinde değilseniz ya da yapının parçası değilseniz böyle bir ‘devlet içinde devlet olma’ haline ses çıkarmamak mümkün mü?
Değil ama laik kesim bunu yapıyor... Esasen bu krizde eli en güçlü olan bu kesimdi. İki tarafa da hukuku hatırlatıp devletin çeteden temizlenme sürecinin hakemi olabilirdi. Böylece yeniden aktörleşebilirdi. Ama olmadı. Tayyip Erdoğan nefreti laiklerin gözlerini çetenin faaliyetlerine kör etti. Duygular mantığın önüne geçti ve iktidarı yıpratmak için ortalığa saçılan yasadışı kayıtlar bu kesimin can simidi oldu.
Tabii böyle olmasında Başbakan’ın tavırlarının önemli bir payı
Türkiye hiç olmadığı kadar kutuplaşmış durumda. Tek tesellimiz silahların patlamıyor oluşu. Onun dışında kutuplaşmanın boyutu 12 Eylül öncesinden farksız... Cepheleşme AK Parti ve Tayyip Erdoğan figürü etrafında düğümleniyor. Bir tarafta dindarların ve Kürtlerin çoğunluğu tarafından desteklenen Erdoğan ve AK Parti var. Diğer tarafta ise AK Parti iktidarına nefretle bakan laik kesim ve Alevilerin çoğunluğu... Şu an Gülen cemaati ve cemaatle birlikte hareket eden sözde liberal aydınlar da Erdoğan-karşıtı cephede ama bu kesimin sosyolojik karşılığı çok sınırlı. Üstelik her ne kadar Cemaat-CHP ittifakı var olsa da CHP tabanının Fethullah Gülen’den ve ikinci cumhuriyetçi diye yaftaladığı aydın tipinden nefret ettiği biliniyor. Dolayısıyla bu konjonktürel ittifak seçimden sonra bitecektir.
Gülen cemaati gücünü toplumdan değil, devletteki ve medyadaki orantısız ve haksız temsilinden alıyordu. Bu güç azaldıkça cemaatin ve cemaate angaje aydınların siyasi önemi de azalacak... Fakat Türkiye’nin geleceği bağlamında laik kesimin ve Alevilerin önemi her zaman olacak. Benim de içinden geldiğim laik kesimin çoğunluğu şu an kaybeden psikolojisinde ve hükümete çok öfkeli. Alevilerin
Dün Milliyet’in de çok doğru bir şekilde manşetine taşıdığı önemli gelişmeler oluyor Başbakan’la ilgili böcek soruşturmasında. Başbakanlık Teftiş Kurulu dinleme cihazları yerleştirenlerin Koruma Dairesi’nde görevli iki memur olduğunu, birinin ABD’de doktora eğitimi alıp, kamera izleme ve dijital teknoloji üzerine uzmanlaştığını ve en ilginci de diğerinin Başbakanlık’taki böcek aramasına katıldığını belirledi. Soruşturma, verileri adım adım ortaya çıkarıyor. Aylardır sanki böyle bir hadise temelsizmiş gibi gösterip ‘hadi somut bir şeyler çıkarın da görelim’ diyenler bu çıkanlara ne diyecekler acaba? Bakalım bunlara da devletin içindeki bu ahtapot yapıya dair her şeye buldukları gibi bir kılıf bulabilecekler mi?
Fatih Hilmioğlu
Gecenin karanlığında, bir mezar taşına sarılmış, iki yıl önce ölen oğlunu kucaklayan bir adam vardı dün yalnızca benim gözümde. Karanlıkta bir mezar taşına iki yılın acısını akıtan bir adam. Kederinin fotoğraftan taşıp, her yeri kapladığı bir adam. Fatih Hilmioğlu’nun cezaevinden çıkışı, ölen oğluna gidişi, ardından oğlunun yatağında sabahı ettiği haberi... Aklımdan, yüreğimden çıkmıyor.
Milliyet’te yayınlanan ilk yazımda ‘sağlık sorunları olduğu
Savaş ortamında sağlam zemin bulmak dünyanın en zor işidir. Bu gün Türkiye de bir algı ve operasyonlar savaşından geçtiği için attığımız her adımın altına önce büyük bir dikkatle bakmak şart. Bu nedenle birkaç gündür Kabataş görüntüleri üzerinden kopan kıyamete ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Olayın yaşandığı iddia edilen günlerde ortada genç bir kadın vardı. Meslektaşlarımıza yaşadığı inanılmaz vahşeti anlatıyordu. Bu kadarla da kalmıyordu. Emniyete de bu beyanlarda bulunmuştu. İfadesi şu an elimde. Kan dondurucu bütün detaylar var o ifadede. İfadenin yanı sıra darp edildiğine dair rapor da vardı. Üstelik bu hanımla konuşan meslektaşlarımız vücudundaki morlukları gördüklerini söylüyorlardı.
Şimdi bütün bunları unutup ‘yalan, siyasi manipülasyon’ demek biraz kolaya kaçmak olmaz mı? Böyle bir algı savaşının ortasında polis teşkilatının servis ettiği bir görüntüye temkinli yaklaşmak gerekmez mi? Unutmayalım, bu servisi Gezi’de protestoculara terör uygulayan polisler yapıyor. Ben 31 Mayıs akşamındaki sert müdahale ile ilgili şüphelerimi 2 Haziran’da yazmıştım. Bugün ‘paralel ekip’ denilen ekibin işi olabileceğini söylemiştim. Hükümetin Gezi’deki en büyük hatası
Abdullah Öcalan’ın sorgu görüntülerinin tam da bu zor günlerde Türkiye’yi bir arada tutan bir tek barış süreci varken yayınlanması beni hiç şaşırtmadı maalesef. Görüntüleri İşçi Partisi’nin yayınlaması bu görüntülerin kaynağının onlar olduğunu göstermez. Aksine! Zaten öyle olsa bunca zaman neden beklesinler yayınlamak için? Belli ki İşçi Partisi’ne servis edilmiş. Amaç belli: Kürtlerin çözüm sürecine desteğini çekip, yeniden savaşın başlamasını sağlamak.
İşçi Partisi kendi cephesinden tutarlı. Bir yandan da “Ergenekon davasında yargılanan Hasan Atilla Uğur işte böyle kahraman bir komutandır” mesajı vererek bu davanın altını boşaltmak istiyor. Ancak orada büyük bir tuhaflık var. Bakın eski Jandarma istihbarat subayı Zahit Engin Tv Net’te katıldığı bir programda neler dedi önceki gün: “Sorguyu yapan Hasan Atilla Uğur’u iyi tanırım... Emekli olduktan sonra Ergenekon’dan polis tarafından evi ve bürosu basılıp tutuklandı. Belgeleri ve arşivi cemaat polisinin eline geçti... Görevden alınan cemaatçi polislerin arşivleriyle ayrıldıklarını biliyoruz. Çözüm sürecine karşı olanın cemaat olduğunu da. Bu görüntülerle Öcalan’ın PKK ve PKK’lı Kürtler üzerindeki etkisini azaltmak, çözüm
Gülen Cemaati’nin üst örgütlenmesiyle ilgili her geçen gün fotoğraf netleşiyor ve daha çok detay görmeye başlıyoruz. Çok tuhaf bir husus var dikkatimi çeken: Cemaat, düşman ilan ettiği odaklara tıpatıp benziyor aslında.
3 apayrı başlık sayabilirim Gülen Hareketi’nin şeytanlaştırdığı:
1) İran
2) TSK
3) Masonlar
Halbuki aslında üçüyle de farklı açılardan örtüşüyorlar. 1) İran hep en uzak durdukları ülke. Hatta birini kötülemek için ‘İrancı’ tabirini kullanmaktan çekinmeyen bir hareket Gülen Hareketi. (Bkz Hakan Fidan) Oysa Fethullah Hoca’nın müritleriyle yaptıkları konuşmalar, verdiği talimatlara bakınca kendini İran’ın dini lideri gibi konumlandırdığını görüyoruz. Türkiye’nin Ayetullah’ı olmak istiyor Gülen. Yani Türkiye’nin genel politik çizgisini kendi belirlesin, silahlı kuvvetler onun denetiminde olsun, yargı, polis onun talimatlarıyla şekillensin. Kısacası bu gün Ali Hamaney İran’da ne ise Fethullah Gülen de Türkiye’de o olsun.
2) TSK ile de emir-komuta zinciri bakımından örtüşüyor hareket. Büyük bir disiplin ve bağlılıkla yukarıdan aşağı hareket eden bir örgütlenme fotoğrafı çıkıyor cemaatle ilgili ortaya. Ancak bu yukarıdan aşağıya hareket kâğıt üzerindekinden
Fethullah Gülen’in Wall Street Journal’a verdiği röportajı okuyanlar, söylenenlere ‘bravo’ der. İfade özgürlüğünden dem vuran, demokrasiyi ve reformları destekleyen, bireyi önceleyen bir profil çiziyor Gülen cevaplarında. Ancak... Orada söylenenler ABD’de ya da İsveç’te yaşayan ve Türkiye’yi bilmeyen okura hoş görünse de bir de söylenenle olan arasındaki farka bakmak lazım...
Mesela...
Muhabir soruyor: Hizmet’in öğrencilerini emniyet ve yargıda bir kariyer seçmeye teşvik etmesinin sebebi nedir?
Gülen’in cevabı: Ben yalnızca genel olarak Türk kamuoyuna yönelik kişisel tavsiyelerimden bahsedebilirim. Eğitimin bireyi besleyen en iyi yol olduğuna inandım. Her sosyal problem bireyde başlar ve birey düzeyinde çözülür. Ben herkesi devletin tüm kurumlarında görev almaya teşvik ettim. Böylece toplumun çoğulcu yapısı da kurumlara yansıyacaktır.
Bu cevabı okuyan bir Batılı Gülen Hareketi’nin bireyci bir hareket olduğunu ve asla bir kadrolaşmadan bahsedilemeyeceğini düşünür, değil mi? Peki o zaman bütün kritik konularda Gülen medyasının toptan aynı pozisyonu almasını, almayanı içinde barındırmamasını, mesela 7 Şubat MİT meselesinde tek bir çatlak sesin çıkmamasını, KCK
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, beş yıl aradan sonra geldiği Brüksel’de bir değil, sıkıştırılmış 2-3 gün yaşadı sanki. Belki uzun arayı kapamak, belki de 2014’ün Avrupa Birliği (AB) yılı olacağının sinyalini daha net vermek için... Tek bir güne 3-4 önemli görüşme, iki basın toplantısı, iki konferans sığdırmasını, neredeyse gün aydınlanırken uçakta da uzun uzun bizim sorularımızı yanıtlamasını, ben müthiş bir motivasyona bağlıyorum. Şüphesiz zor ve çok önemli bir geziydi Brüksel. 17 Aralık ve sonrasında yaşananlar, paralel yapı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile ilgili yapılması istenen değişiklik... Bütün bunları AB’ye anlatmak kolay görünmüyordu, hele bir de AB’nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Stefan Füle’den gelen eleştiriyi göz önüne aldığımızda... Ancak, günün sonunda Başbakan ile karşı karşıya oturduğumuzda temaslardan son derece memnun olduğunu gördük. Belli ki AB’deki tereddütlerin önemli bir kısmını bertaraf etmiş, yargının siyasete karşı bir darbe aracı olarak kullanıldığı yönünde somut bilgiler koymuş masaya.
Başbakan uçakta sorularımızı yanıtlarken, cevapların satır aralarında 2014’ün yeniden demokratikleşme ve Batı ile yakınlaşma yılı olacağının