Şu sıralar herkes cemaat-hükümet çatışmasını konuşuyor. Bu çatışmadan kim galip çıkacak? Kim kaybedecek? Size şaşırtıcı gelebilir ama göreceksiniz: Esas kaybeden iki taraf da olmayacak. Ya kim olacak? Bu iki güç dışında kalan ilkesiz ve oportünist kesimler... Halbuki onlar için bu mesele bir yeniden itibar kazanma fırsatıydı. Tek yapacakları bu konuda adil ve dürüst olmaktı. Ama olmadı. Bunu tercih etmediler...
***
Son 5 yıldır yaptıkları gibi yine zeka ve ahlaktan yoksun bir analiz yaparak bir tarafa yamanmayı seçtiler. Nefret ettikleri Erdoğan’ı devirebileceklerine inandıkları Gülen cemaati ile ittifak yaptılar. Komik ama gerçek: Benim gibi liberal demokratlar cemaat mensuplarının haklarını ve özgürlüklerini savunurken bizlere her türlü hakareti edenler şimdi cemaatçi oldular...
***
Şu an Erdoğan’ı devirsin diye cemaate destek verenler çok yakın zaman önce Gülen cemaati için emniyet ve yargıyı ele geçirmiş çete diyorlardı. Bu oportünistlere göre sahte kanıtlar yaratarak insanları haksız yere içeri tıkan bir suç örgütüydü cemaat. Zaman ve Samanyolu başta olmak üzere tüm cemaat medyasına kara propaganda ve yalan makinesi gözüyle bakıyorlardı. Şimdi ise aynı cephedeler...
***
Ahmet Şık’ın hapisten çıkarken ettiği yemini köşesine taşıyan gazeteciler cemaat ile ittifak içine girdi. Şık o gün cemaatçi polislerin, savcıların ve hakimlerin de kurdukları komplolar yüzünden bir gün cezaevine gireceklerini haykırmıştı. Gülen cemaatini bir suç örgütü olarak gören ve mensuplarını içeri tıkmanın hayalini kuran herkes şimdi tutuklatmak istedikleri cemaat mensuplarıyla ittifak halinde. Erdoğan nefreti neredeyse tüm solcuları, ulusalcıları, birinci ve ikinci Cumhuriyetçileri birleştirdi. Şimdi eski yazdıkları hatırlatılınca öfkeden deliye dönüyorlar ve pespayeleşiyorlar...
***
Ama bu süreç sonunda en ağır yenilgiyi yine bu ilkesiz oportünist kesim yaşayacak. Gazetecisiyle, akademisyeniyle, sermayedarıyla ve siyasetçisiyle feci itibar kaybedecekler...
Azerbaycan’ın yasaklı listesinden nasıl çıktım?
2009’da Dağlık Karabağ sorunu gündemi çok meşgul ediyordu. Ama ismi var, cismi yoktu sanki... Ben o dönem bunca yazılıp çizilen yeri merak ettim ve Dağlık Karabağ’a gitmeye karar verdim. Ama nasıl gidecektim? Ermenistan üzerinden gidilir dediler... Zaten Karabağ toprakları Ermenistan işgali altında. Ermeni bir yönetim var. Erivan’a uçtum, uzun süre Dağlık Karabağ’ın merkezi olan Stepanakert’e (Azeriler için Hankendi) gitmek ve oradaki yönetimden randevu almak için bekledim. Ve karayolu ile Ermenistan üzerinden Karabağ’a ulaştım...
***
Bir hafta geçirdim Karabağ’da. Savaş hikayeleri dinledim. Bir zamanlar güzelliği dillere destan olan şimdi ise savaş yüzünden harabeye dönmüş Şuşa’yı dolaştım. Korkunç katliamın yaşandığı Hocalı köyüne gittim. Ermeni yönetimin başkanı, dışişleri bakanı ve çeşitli yöneticileriyle röportajlar yaptım. Uzatmayayım: Bence iyi gazetecilikti. Daha sonra Gazeteciler Cemiyeti’nin ‘yazı dizisi’ ödülünü aldı...
***
Ancak tüm bunlar olurken Azerbaycan beni Karabağ’a Ermenistan üzerinden ulaştığım için persona-non grata ilan etti. O gün bu gündür Azerbaycan’a girişim yasak. Ancak... Geçen gün telefonum çaldı. Karşımda Azerbaycan Büyükelçiliği Basın Ateşesi Elsevar Salmanov. Meğer Türkiye’den yalnızca ben persona-non-grata listesindeymişim. Görünce çok üzülmüşler ve bu işi düzeltmeye karar vermişler. Salmanov beni görmek için İstanbul’a geldi. Son derece liberal görüşlü, olumlu bir diplomat... İlham Aliyev’e bir mektup yazmamı istedi. Yazdım. Önümüzdeki hafta Bakü’ye gidecek ve mektubu bizzat verecek. Böylece galiba benim ‘istenmeme’ durumum ortadan kalkmış olacak...