Önceki gün karmaşık duygularla uyandım. Heyecan, biraz kaygı, tuhaf bir hüzün ve en belirgini de büyük bir merak... Silivri’de, cezaevinde randevum vardı. Orgeneral Hurşit Tolon’la. Tolon ile geçtiğimiz sene televizyonda yaptığım bir konuşmadan dolayı davalıydık. İki hafta önce Bakırköy Adliyesi’ne duruşmaya gittiğimde komutan yoktu ama avukatı İlkay Sezer ile karşılaştım. Celseden sonra ayaküstü konuştuk. Sezer, Ergenekon sürecinde basınla rasyonel diyalog kuran, başarılı bir avukat. Bana mahkeme çıkışı ‘Paşa sizin sözlerinize çok üzülmüştü, onu ziyarete gitmeye ne dersiniz?’ dedi. Hiç düşünmeden kabul ettim. Adalet Bakanlığı’na açık görüş izni için başvurdum ve öngörülen tarih geldi...
Tesadüfen karşılaştığım komutan
Silivri Cezaevi’ne girdiğimde ortalık sakindi. Tam ben içeri adım atarken yanıma bir bey geldi. Renkli gözlü, güler yüzlü, son derece nazik bir bey... ‘Nagehan Hanım hoş geldiniz, diye söze girdi. Kendini tanıttı. ‘Ben Bülent Tolon, Hurşit Paşa’nın kardeşiyim.’ Açık görüş günü olduğu için o da abisini görmeye gelmiş, ancak benim geleceğimden habersiz. ‘Ben de Hurşit Paşa’ya geldim’ deyince hem şaşırdı, hem de memnuniyetini dile getirdi. Müthiş pozitif,
Türkiye’nin kısır iç çekişme-lerinden ve gerginliklerden uzaklaşmak için bu hafta başka bir dünyaya kaçtık. Uçağa bindik ve 1,5 saat içinde farklı bir hayata indik. Ancak... Tam biz indiğimizde Türkiye’de bir şey oluyormuş meğer. Farklı bir şey. Bir ilk. Bir milat.
İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti lideri yalan ve inkar üzerine kurulu, acıları görmezden gelen, esasen kimsenin içine sinmeyen zalim resmi söylemi itip yerine insani, gerçekleri kucaklayan, tartışmayı önceleyen, acıları kendi acısı yapan bir mesaj yayınladı. Bu, iç siyaset malzemesi yapılacak, Erdoğan düşmanlarının elinde oyuncak edilecek, kendi kaybetmişliklerinde her şeyi yıkmaya ant içmiş bazıları tarafından çeşitli kulplar takılarak olağanlaştırılacak bir hadise değil...
Türkiye ilk kez resmi düzeyde 1915 tabusuyla yüzleşiyor. Yapılanları boğazımızda her 24 Nisan’da bir düğüm bırakan ‘dönemin şartları’ ile gerekçelen-dirmeye, yok saymaya çalışmıyor, zavallı bir şekilde Washing-ton’dan gelecek kelime seçimine endeks-lenmiyor...
Çok uzak değil, henüz 10 yıl bile olmamış... Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni Konferansı yapılacak diye kopan kıyameti hepimiz hatırlıyoruz. Türkiye’nin en liberal üniversitesinde
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün cuma günü yaptığı ve manşetlere taşınan önemli açıklamalarının diğer bütün ayrıntıların yanında bir ana hedefi vardı: Ekilmeye çalışılan nifak tohumlarına son vermek ve Başbakan ile aralarında bir rekabet olmadığı ve olmayacağını hatırlatmak. Ancak bakıyorum, böyle bir niyetle yapılan açıklama bile aynı çevreler tarafından yine ve ısrarla bir ‘karşıtlık, ikilik’ gibi yorumlanmaya devam ediyor. Ne yaparlarsa yapsınlar... Hiçbir şekilde amaçlarına ulaşamayacaklar. Zaten onları Köşk’te ciddiye alan da yok. Bunu çok net bir şekilde biliyorum.
Ancak Köşk’te bazı yorumların rencide ettiğini de biliyorum. Bu köşede daha mevcut tartışmaların hiçbiri yokken, Gezi sürecinde ortaya çıkan havaya bakarak 28 Temmuz günü şunu yazmıştım: ‘İsimler önemli değil ama maalesef bu süreçte tuhaf bir fırsatçılıkla ‘Erdoğan yandaşlığı’ gibi sahte bir maske altında Abdullah Gül’ü kasten çok yaralayan yazılar yazıldı, konuşmalar yapıldı... Halbuki Abdullah Gül hiçbir zaman Erdoğan karşıtı vesayetçilerle kol kola girecek bir lider değildir... Birileri Abdullah Gül üzerinden operasyon yapıyorsa bu operasyonu bozacak yegane isim yine Abdullah Gül’dür.’
Maalesef aynı
Ruhani İran’da cumhur-başkanı seçildiğinde dünyada çok büyük bir heyecan dalgası oluştu. Batı’dan izole, uluslararası sisteme kafa tutan, nükleer enerjisini elinde önemli bir koz olarak bulunduran ve geliştirmeye devam eden İran değişecek ve böylece bölgedeki hava farklılaşacak, tehdit ortadan kalkacak algısı yaratıldı. Şüphesiz ki Ruhani’nin seçimdeki başarısı İran halkının değişim isteğini göstermesi bakımından çok önemliydi ancak... İşler yukarıdaki beklentilere göre gitmedi. Gidemezdi... Zira İran, sandıktan çıkanın dış politika ve güvenlik gibi hayati konuları belirlediği bir ülke değil. İster Ruhani, ister Sait Celili ya da başka biri çıksın, sonuç fark etmez. İran’ın yürüteceği bölgesel politikaları, dünya ile kuracağı ilişkiyi Devrim Muhafızları, bugünkü durum üzerinden somut olarak söyleyecek olursak, Dış Operasyonlardan Sorumlu Devrim Muhafızı, Kudüs Kuvvetleri Komutanı Kasım Süleymani belirliyor.
Çok şükür ki Türkiye İran değil. Çok şükür ki seçilmiş iktidar bu ülkede dış politika ve güvenlik stratejilerini belirleme yetki ve gücüne sahip... Gerçi bu gücü yıpratmak için son dönemde çok ciddi bir saldırı olduğu açık. 7 Şubat’ta hükümetin terörle mücadele
Seçim sonuçlarıyla ilgili çok şey söylendi. Benim özellikle dikkatimi çeken birkaç nokta var. Kaybeden ‘laik kesim’ açısından değerlendirmek istiyorum sonuçları. Esasen Türkiye genelinde biraz da mecburen CHP’nin kucaklamaya çalıştığı laik kesim kaybetmiş görünse de siyasette artan kutuplaşma yer yer bu kesimin ciddi başarılarına sahne oldu. İstanbul özelinde konuşacak olursak 2014 yerel seçimlerinin ilçeler bazında 2009’a kıyasla çok daha keskin sonuçlar çıkardığını söylemeliyiz. Bu da kutuplaşmanın arttığı tezini doğruluyor.
CHP, Ak Parti’ye kıyasla az ilçe belediyesi kazandı ama belli sembol yerlerde aldığı oy oranı rekor seviyede. Bunların başında Beşiktaş geliyor. Beşiktaş’ta yüzde 76 aldı CHP. CHP diyorum çünkü hakikaten aday değil partinin öne çıktığı bir yer oldu Beşiktaş. Zira geçen iki dönemin belediye başkanı İsmail Ünal değil, Mustafa Sarıgül’ün kontenjanından Murat Hazinedar adaydı. Hazinedar belki başarılı işler yapacak Beşiktaş’ta ancak şimdilik seçmen ne olduğunu bilmiyor. Doğrudan partiye oy verdi. Halbuki 2009’da CHP’nin aldığı oran yüzde 68,9’du. Yani denedikleri adaydan yüzde 8 puan fazlasını denemedikleri bir adaya verdiler. Keza Bakırköy de öyle.
Sandığa gittiğimiz bu güzel pazar gününde size benim en sevdiğim yemeklerden olan pesto soslu linguini tarifi vermek istiyorum. Hazırlanması çok kolaydır. Pazar rehavetine iyi gider...
Gerekli malzemeler:
500 gr. Linguini makarna (spagettinin yassı olanı),
50 gr. taze fesleğen,
2 diş sarımsak
50 gr. parmesan peyniri,
1 çay bardağı sızma zeytinyağı,
İnsan tuhaf varlık. Muazzam bir uyum yeteneği var. Her şeye büyük bir hızla alışıyor. Onu diğer canlılardan ayıran temel özellik de bence bu... Cuma günü Diyarbakır’daki dev, coşkulu kalabalıklara bakarken bunu düşündüm. Binlerce insan, sel olmuş Amed’in göbeğinde, liderleri Öcalan’ın Kürtçe ve Türkçe mektubunu dinliyor. Bunu yazarken bile içimden vay be diyorum, Amed yazmanın bile suç olduğu ülkede doğmamış mıydım ben? Öyle rezil bir zihniyet hakimdi ki bu topraklarda, öyle bir beyinleri gıcır gıcır yıkama mekanizması... 2004’te dönemin belediye başkanı olan Songül Abdil ile röportaja Tunceli’ye gittiğimde insanların ‘Dersim’ demesine bile şaşıp kalmıştım... İlk gidişimdi, bize başka şeyler anlatılmıştı hep. Amed, Dersim, cıs cıs cıs denmişti... Sanki düşman toprakları gibi bir resim çizilmeye çalışılmıştı Türk çocuklarının zihnine. Halbuki ben son derece eğitimli, güzel gençlerin sokaklarda dolaştığı, imkansızlıklara rağmen canlı bir şehir hayatının hüküm sürdüğü bir yer bulmuştum Dersim’de...
Bütün bunlar zihnimden teker teker geçiyor. Bir yandan Diyarbakır’daki nevruzu izliyorum. Yıllar sonra nihayet son zamanlarda adam gibi kutlanan Nevruz’u... Geçen sene çözüm sürecinin
Sen ve ben, siz ve biz’i olmayan hiçbir yer kalmadı ülkede. Ne acı! Gece ve gündüz gibi ikiye ayrılıp, aradaki uçurumun habire derinleştiğini izler durur olduk. Kan akıyor. Can acıyor... Çarşamba günü Berkin’in ardından sel olan kalabalıklar, tam Hrant’ın ardından toplanılan yerde bir araya geldiler. Binler, on binler, yüz binler... Gencecik bir çocuktu Berkin. Bir polis fişeğiyle öldü. O cinayetin acısını yaşarken iki can daha gitti. Çocuklarımızı yiyen, öldüren bir kalabalık hakim oldu sokaklarımıza...
Devletin elini sistematik olarak kana buladığı bir ülkeydi eskiden Türkiye. Hepimiz hatırlıyoruz. Faili meçhullerin rutin olduğu, insanların sırf Kürt diye sokaklardan toplandığı, kemiklerinin bile bulunamadığı bir ülke. Onca siyasetçi geldi, geçti... Tayyip Erdoğan’a kadar kimse durduramadı bu çarkı. Ya da durdurmadı... Biz Erdoğan’ı faili meçhulleri bitirdiği, Türkiye’yi sokaklarında beyaz Toroslar’ın değil, çocukların dolaştığı bir ülke haline getirdiği için destekledik. Her gün ölüm haberlerinin geldiği coğrafyada artık nevruz bayramı kutlanabildiği için. Kürtçe isim koymak yasakken artık Kürtçe okul açılabildiği için. Artık devletin vatandaşın tepesinde değil, yanında