Türkiye’de yaşayanların yurtdışındaki bankalarda milyarlarca dolarlık birikimi var.
Kimilerine göre 50, kimilerine göre 100 milyar dolar yabancı bankalarda yatıyor. Maliye Bakanlığı’nın tahmini 80 milyar dolardır.
Bir zamanlar döviz bulundurmak yasaktı. Bırakın yurtdışındaki bankalarda para depolamayı, Türkiye’de cebinizde iki dolarla yakalansanız hapse atılırdınız. “Döviz kaçakçılığı” ağır bir suçtu. Özal’la birlikte 1980’lerden sonra para giriş çıkışı serbest bırakıldı. Bankalarda döviz hesabı açmak serbest oldu.
Ama, hâlâ, şirketler ve yüklü parası olanlar birikmiş kârlarını veya servetlerinin büyük bir bölümünü yurtdışındaki bankalarda tutmaya devam eder. Hükümetler de, özellikle ekonomik durgunluk zamanında, bu paraları Türkiye’ye çekmeye çalışır.
Güvensizlik bitmeli
Bu girişimler boşunadır çünkü gidiş nedeni, yani güvensizlik, ortadan kalkmadan geliş olmaz. Belki olmaması da iyidir. Çünkü bu paraların büyük bir bölümü zaten Türkiye’ye geldi veya Türkiye’de kullanılıyor. Nasıl mı?
JPMorgan ekonomisti Yarkın Cebeci’ye göre, şirketlerin yurtdışından sağladıkları döviz kredilerinin büyük bir bölümü aynı şirketlerin yabancı bankalardaki birikimleri teminat gösterilerek
Mesajı aldınız değil mi? İşinizin ters gitmesini istemiyorsanız Başbakan’a terslik yapmayın. Yani Aydın Doğan olmayın. Aydın Doğan’lık yaparsanız vergi memurlarını yollarım, üzerlerine baskı kurarım, var olmayan vergiler ve cezalar koydurturum. Ondan sonra ne yapacağınızı siz düşünün.
Bizimkilerin ne diyeceğini bildiğim için Doğan Yayın Grubu’na kesilen 800 küsur milyon liralık vergi cezası konusunda ne düşündüğünü öğrenmek üzere, büyük bir işadamını aradım.
Aşağı yukarı aynı zamanlarda şirketinin bir bölümünü Araplara satmıştı.
“Aman, bu iş bizi de ilgilendiriyor, araştırıyoruz, sana geri döneceğim,” dedi.
Bu arada, özetlemek gerekirse: Aydın Doğan, (kendisi bu gazetenin sahibidir) bünyesinde Kanal D, Star gibi televizyon şirketlerini barındıran Doğan Yayın Grubu bünyesindeki Doğan TV Holding’in yüzde 25 hissesini 375 milyon euro’ya Avrupa’nın en büyük medya kuruluşlarından olan Alman Axel Springer’e sattı. Satış 2007 başında yapıldı. Nisanda vergisi ödendi. On ay geçtikten sonra vergi zamanında ödenmedi iddiasıyla görülmemiş bir ceza geldi.
‘Böyle maskaralık olamaz’
Amerika’da ekonomiyi iyileştirmenin yolunun ülkenin “yaşayan ölü” bankalarını millileştirmekten geçtiğine dair akım güçleniyor.
Bu tezi destekleyenlerin arasına eski Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan da katıldı. Özel sektörcülüğün piri sayılan Greenspan, bir gazeteye verdiği demeçte, “Hızlı ve düzenli bir yeniden yapılandırma gerçekleştirmek için bazı bankaları geçici olarak kamulaştırmak gerekebilir” dedi.
Amerika’nın en büyük 50 mali kurumun çoğu iflas durumdadır.
Bankaları bu duruma düşüren, alacaklarının büyük bir bölümünün “şüpheli” hale gelmesi, değer kaybetmesidir.
Şüpheli alacak, borçlu acze düştüğü için geri alınamayan veya kısmen geri alınabilen alacaktır. Şüpheli alacak alacağın çoğunu teşkil ettiğinde banka sermayesini tüketmiş olur, yani teknik olarak batar.
Bu durumdaki banka yeni kredi vermez veya vermeye çekinir. Bankaların kredi verme yeteneğinin zayıflaması ekonomin çarklarını yavaşlatır.
Barack Obama’nın mali istikrar programı ABD ekonomisini canlandıracak ve bu canlılık da dünya ekonomisine sirayet edecek diye ümit edenlerdenseniz iyimserliğinizi bir süre ertelemeniz gerekecek.
ABD’nin yeni Maliye Bakanı Tim Geithner’in geçen hafta açıkladığı program Atlantik’in her iki yakasında derin bir hayal kırıklığı yarattı.
Program iki cephede krizle mücadele etmeyi amaçlıyordu: Talebi artırarak ekonomiyi canlandırmak, mali sistemi tamir ederek tıkanan kredi kanallarını açmak.
Genel tepki, bu programla bu amaçları gerçekleşmenin imkânsız olduğudur.
Eski yönetimin sağladığı fonlara ek olarak ekonomiye 800 milyar dolar civarında para pompalanmasının öngörülmesine rağmen program konusunda çoğunluğun görüşü olumsuz.
Harcama yetkisi yetersiz
Açıklanan önlemler genelde müphem ve yetersiz bulunuyor. Finans sistemini ayağa kaldıramayacağı düşünülüyor. Finans sistemi ayağa kalkmadan da ne kadar tüketim artırıcı önlem alınırsa alınsın ekonominin iyileşmesi mümkün değil, deniyor.
Zor bir şeyi imkânsız yapmak istemiyorsa, CHP İstanbul Büyükşehir belediye başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ekrem Tosun kimdir?” oyunundan vazgeçmesini veya baklayı ağzından çıkarmasını tavsiye ederim.
Ağzında bakla varsa, tabii.
Ekrem Tosun işinde kalite kontrolünde sınıfta kalan nokta var.
Önce Kılıçdaroğlu’nun iddialarını hatırlatalım:
Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ve gelini Sema Erdoğan’ın Atagold Kuyumculuk Ticaret Anonim Şirketi’nde ortaklıkları var.
Fakat ortak olarak görünmek istemedikleri için hisse sahibi Ekrem Tosun görünüyor.
Bu şahıs Atagold Kuyumculuk’un sahibi ve Başbakan’a yakın bir işadamı olan Cihan Kamer’in mutemedidir.
Hatırlayacaksınız. Geçenlerde bir yazımda üst düzey bir Türk bankacısına atfen HSBC’nin önümüzdeki 10-20 yıl içinde en iyi durumda olacak bankalardan biri olacak dediğini yazmıştım.
Citigroup ise, işlerin daha da kötüye gitmesi halinde, ABD hükümeti tarafından el konulacak bankaların başında geliyor.
Bu konuyu neden açtığıma gelmeden önce... Uluslararası bankaların sırat köprüsünden geçmekte olduğu bu günlerde hangi bankanın başına yakın gelecekte ne geleceğini bilmenin neredeyse imkânsız olduğunu biliyorum. Bankalar gerçek mali durumlarını hala gizli tutuyorlar.
Ama biliyoruz ki bazı bankaların borçları aktiflerinden fazladır, bazılarının ise aktifleri borçlarından. Türkçesi: Bazıları iflasın eşiğindedir, bazıları değil. Ama hangisinin hangisi olduğu muammadır.
İki ayrı sınıf
Bunu biz ölümlüler değil bankalar bile bilmiyorlar. İnterbank faaliyetlerinin felç durumunu koruyor olmasının (yani bankalar birbirlerine borç alıp vermekte bile olağanüstü çekingen davranmaları) bu nedenledir.
Ayrı kampa bölünen Sabancı ailesi arasındaki sıkıntılar dün ilk defa sonuçları itibariyle en ciddi eşiğe ulaştı.
Sakıp Sabancı’nın ölümünden sonra aile arasında grubu kimin yöneteceği konusunda bir iktidar savaşı patlak vermişti. Mücadelede Erol Sabancı öne geçti. Müttefikleri rahmetli Sakıp Sabancı’nın eşi ve çocukları ile Güler Sabancı idi. Erol Sabancı Akbank’ı yönetmeye devam etti, Güler onun desteğiyle Sabancı Holding’in başına geçti.
Ailenin diğer fertleri - Şevket Sabancı, oğlu Ali Sabancı ve kızı Emine Kamışlı; Hacı Sabancı’nın eşi Özcan ile kızı Demet ve oğlu Ömer Sabancı karar mekanizmasından uzaklaşınca ayrılmayı tercih ettiler. Ali Sabancı babasıyla Pegasus Havayolları’nı da içinde barındıran ayrı bir grup kurdu.
Ama düne kadar Sabancı şirketlerindeki ortaklıkları devam etti.
Doğru zaman mı?
Dün bu ekip ellerinde bulunan yaklaşık yüzde 8 Akbank ve yüzde 15 Sabancı Holding hissesini satışa çıkardı. Borsaya yaptıkları bildirimde bulunarak hisssseleri 10 yıllık bir zaman dilimi içinde ellerinden çıkartmak niyetinde olduklarını açıkladılar.
Durumun vahametini oraya gidince anladım dedi arkadaşım. Birçok ülkede faaliyet gösteren bir şirketin Türkiye yöneticisiydi. Şirketin ülke yöneticileri Madrid’de toplanıyordu. Bundan yararlanarak önce Paris’e gidip orada birkaç gün geçirmiş, sonra Madrid’e uçmuştu.
Vahametini anladığım dediği şey global ekonomik durumdu. Özellikle İspanya’da işler çok kötü imiş. İngiltere’de ise “tam rezalet.”
“İki olay var” dedi. “Tüketiciler almıyor. Bankalar kredi vermiyor. Şirketimizin müşterilerinin yüzde 80’inin bütçesi geçen yılın yüzde 50’si olacak hesabı yapıyoruz.”
Ben bu bilgiyi hazmederken “Neden bizde kriz yok?” diye sordu. “Bugün bu soruyu bir banka yöneticisine yönelttim. Onda da bir cevap yoktu.”
“Ben sana söyleyim”, dedim. Bence hükümet herkesin tahmin ettiğinden çok daha fazla para harcıyor. İstanbul Belediyesi’nin toplam borcu 2008 sonunda, bir yıl öncesine kıyasla nerdeyse iki misli büyüyerek 1.5 milyar dolar oldu. Seçimlere kadar bu, iki milyar doları bulur. Sanırım diğer AKP belediyeleri de büyük harcama yapıyor. Bu harcama ekonomideki yavaşlamayı kısmen engelliyor. IMF konusunda Erdoğan’ın isteksiz davranmasının nedeni budur. IMF harcamayı gemleyecek.
İncelmeye