Çınar ağacının altında, sekiz dokuz yaşlarında sekiz çocuk saklambaç oynuyor. On .... yirmi.... otuz.”
Bir kız çocuğu başını çınara dayamış, gözleri kapalı sayıyor.
Çocuklar mermer zemin üzerine atılan bir avuç bilye gibi sağa sola zıplayarak gözden kayboluyor. Biri hariç. O, çınara yakın bir çalının arkasına saklanıyor ama benim amatör gözlerime bile pek saklanmış gibi görünmüyor. “Seksen .... doksan ... yüz.”
Kız başını kaldırır kaldırmaz onu görüyor.
“Hamsi! Çık!” diye bağırıyor.
Hamsi oğlak gibi havaya fırlıyor, seke seke koşarak kızın önüne dikiliyor.
“Bana hamsi deme!”
Ekonomi içeride ve dışarıda meydana gelen olumsuz gelişmelere şaşırtıcı bir dayanıklılık gösterdi.
Gerçi büyüme yavaşladı. Enflasyonun artış eğilimine girdi. Tüketimde yavaşlama var. Borçlanma maliyeti arttı. Siyasi istikrar sallantıda. Ama, alışkın olduğumuz ani ve yere serici krizlerden birini yaşamadık.
Kötüleme alametleri var, kıyamet alametleri yok.
Türkiye ani krizlere karşı bağışıklık mı kazandı? Yoksa krizin kuluçka süresi mi uzadı? Yani, bu defa, dinamitin fitili uzun mu?
Bu sorunun benzeri Amerika Birleşik Devletleri için de soruluyor. Orada mali sektör müthiş bir dayak yedi. Ama reel sektör yani mal ve hizmet üretimi bunu fazla umursamadan yoluna devam ediyor.
Kimilerine göre bu değişecek. Bankacılar bu tür mali krizlerin reel sektör üzerindeki etkisinin bir yıl sonra görüldüğünü söylüyor. ABD’de uzun vadeli konut kredilerinde baş gösteren sorunun varlığından ağustosta haberdar olmuştuk. Demek ki birkaç ay daha var.
Ekonomimizin 2000 öncesinden daha az kırılgan olduğu, daha iyi
Sabah saat dokuzda bir toplantı için Maçka’daki Hilton’da bulunmam gerekiyordu.
Evim İstanbul’un Anadolu yakasında, Kuzguncuk semtinde. İstanbul’un iki yakası arasındaki trafiğin en yoğun olduğu saatler sabah saatleridir. Köprü trafiği Kuzguncuk’tan, bazen Paşalimanı’ndan başlar. Evimden köprüye olan iki kilometreden az mesafeyi yarım saatte almak anormal değil.
Bu nedenle, bu saatlerde, genellikle, karşıya motorla geçer, gideceğim yere taksiyle veya yürüyerek giderim. Bu defa Maçka’ya arabamla gittim. Çünkü bir süreden beri köprü trafiği o kadar kötü değil. Kuyruk köprü girişinin 500 metre kadar yanından başlıyor.
Nitekim, Maçka’ya yarım saatte vardım.
Köprü trafiği neden rahatladı?
Bence bunun iki nedeni var. Benzin fiyatlarının pahalanması. Ekonominin yavaşlaması.
Her mal ve hizmet arz ve talebe göre artar veya azalır. Karşıya geçmeye talep azaldı çünkü araba yolculuğu pahalandı ve o yolculuğu yapma nedenleri azaldı.
2006’ya kadar Çinvâri bir hızla büyüyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomisi hızla küçülmeye başladı.
Büyümenin de küçülmenin de arkasındaki neden aynıdır: İnşaat sektörü.
2004 yılındaki referandumdan sonra patlayan dış talep inşaat sektörüne büyük ivme getirdi. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar akın akın Kıbrıs’a gelip tatil ve emeklilik evi satın almaya başladılar. Bu furya sonucunda adaya üç milyar dolara yakın para geldiği tahmin ediliyor.
“Bu nedenle mucizevi bir kalkınma gerçekleşmeye başladı” diye konuştu bir kaynak. Ekonomi 2002-2006 arasında yılda ortalama yüzde 13 küsur büyüdü. “Ancak bilinçsiz hükümet bu paranın gökten yağdığını zannetti ve aldığı hatalı kararlarla kalkınma durdu.”
Neden, hükümetin basiretsizliği olduğu kadar, inşaat sektörünün sorumsuzluğudur.
Neredeyse tamamen kontrolsüz bir biçimde meydana gelen yapılaşma Akdeniz’in son bozulmamış yerlerinden biri olan KKTC’nin çehresini
Geçen ay Türk Telekom’un halka arzının yapılması konusu sallantıdaydı. Uluslararası atmosfer bozuktu. İçeride, Türkiye, âdeti olduğu veçhile, kendi imalatı bir siyasi krize girmek için kendi kuyusunu kazıyordu. Yatırımcıların satın alma iştahı olmayabilir, satışa sunulan yüzde 15 devlet hissesine tatminkâr talep gelmeyebilirdi.
Güvendiğim bir piyasa gözlemcisi, talep gelmeyeceğine o kadar emindi ki TT arzı yapılırsa Taksim’de şapkamı yerim dedi. (Tamam, tamam, merak etme adını kimseye söylemeyeceğim. Herkes yanılabilir. TT Genel Müdürü Paul Doany bile arzdan sonra “Yapılabileceğini sanmıyordum” demiş.)
Ama, Dubai, Riyad, Londra, Frankfurt, Stockholm, New York, Boston gibi finans merkezlerindeki “roadshow”larda yatırımcılarla konuşan bankaları hoş bir sürpriz bekliyordu.
“Son derece olumlu tepkiler aldık” dedi bu sunumlardan birine katılan bir yetkili.
“Nitekim belirlenen fiyat seviyesinin en üstünde fiyat geldi.”
Sonuçta, Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci yeşil ışık yaktı. Arz edilen hisselerin
Ozanköy
Uyanır uyanmaz arıların sesini duydum. Saat altıya geliyordu. Güneş yeni doğuyordu.
Sonra saksağanların sesini duydum. Mutfak kapısının önündeki serviye yuva yaptılar. Bahçıvan göstermeseydi farkına varmayacaktım.
“Saksağanlar ikişer ikişer dolaşır” demişti Elizabeth. “Tek saksağan görmek kötü şans getirir.” Bu gibi şeylere inanmıyorum ama o günden beri hep gözlerim ikinci saksağanı arıyor.
Yuvada kaç yavru var? Büyüyünce bahçede kalacaklar mı?
Bahçıvan artık haftada iki gün geliyor. Ben de ayda bir. Saksağanlar bu dönümleri terk ettiğimi sandıkları için eve bu kadar yakın yuva yapmışlardır. Geldiğim gün de birkaç metre önümden bir yılan fırladı. Hızla gözden kaybolmadan önce başını çevirip dargın gözlerle bana baktı, “Sen de nereden çıktın” der gibi.
Kalkıyorum ve pencereden dışarı bakıyorum. Gül ve sarı yasemin. Tomurcuklu zakkum ve erik. Badem ve keçiboynuzu. Onların üzerine konan kuşlar, üzerlerinde gezen karıncalar ve böcekler, aralarına
Formula 1, Türkiye’nin Türkiye’ye attığı en büyük kazıklardan biridir. Hikâye, 2000 civarında bir grup cingözün Formula 1’i Türkiye’ye getirmek için bir şirket kurmasıyla başladı.
Aralarında dünya çapında profesyonel yöneticiler, işadamları ve danışmanlar da bulunan bu cingözler yalan dolan istatistikler uydurarak Formula 1’in Türkiye için kârlı bir iş olduğu izlenimini yaydı.
Kamuoyunu ve medyanın neredeyse tamamını kandırdılar. Oysa Formula 1’in yıllık gelirinin pistin bakım ve işletme giderini bile karşılayamayacağını biliyorlardı. Bu gibi tatlı işlere yatkın İstanbul Ticaret Odası’nı (İTO) projenin masrafını yüklenmeye ikna etmeleri güç olmadı.
O zamanlar spordan da sorumlu olan Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın desteğini aldılar. Erdoğan’ı da işin içine çektiler.
Şahin’in desteğiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün İstanbul Pendik Tepeören mevkiindeki 2200 dönümlük arazisi
Belki duydunuz. İşadamı Can Paker, İstanbul’daki evinde Başbakan ve eşine bir davet verdi. Davete bazı önde gelen gazetecileri ve eşlerini de çağırdı.
Kural, Başbakan’ın söylediklerinin off the record olacağıydı. Gazetecilerin hiçbiri veya kimse bu kurala uymadı. Başbakan’ın söyledikleri gazetelere düştü. Ufak bir fırtına koptu.
Bu aşamada size kısa bir gazetecilik dersi vermek durumundayım.
Profesyonel gazeteci bir mülakata başlamadan önce mülakatı yapacağı kişiyle mülakatın kurallarını koymak zorundadır. Amaç, konuşulanların ne kadarının yazılacağı, yazılanların kime veya hangi kaynağa atfedileceğini tespit etmektir.
Bunun için değişik söyleşi biçimleri ortaya çıktı.
Bazı mülakatlar on the record’dur. Mülakatı veren veya konuşmayı yapan kişinin söylediği her şey yazılabilir.
Bazı mülakatlar background’dur. Mülakatı veren kişi size birçok şey anlatır. Anlattığı her şeyi yazabilirsiniz. Ama kaynağınızın kim olduğuna, hangi kurum, hatta ülkeye ait olduğuna dair ipucu vermekten titizlikle sakınırsınız.
En yararlı