Bir ay kadar sonra Güneydoğu Anadolu’daki Ilısu Barajı’nın temelinin atılmasının ardından iki yıl geçmiş olacak.
İnşaat hâlâ başlamadı.
İnşaatı yapacak yerli ve yabancı şirketler tayin edildi. Mühendislik ve Müşavirlik Konsorsiyumu kuruldu. Baraj için gerekli 1.2 milyar kredi paketleri imzalandı.
Ama işe bir türlü girişilemiyor çünkü hükümet baraj inşaatından etkilenecek doğal çevreyi, tarihi mirası ve insanları korumak için alması gereken önlemleri almamakta ısrar ediyor.
Önlemlerin alınmasını şart koşan kredinin bir bölümünü sağlayan Almanya, Avusturya ve İsviçre’dir. 153 maddelik bir paketin bir bölümünün inşaat başlamadan uygulanması gerekiyor. Aksi takdirde, baraj kredileri serbest bırakılmayacak, inşaat başlamayacak.
Ama hükümet yerinden kıpırdamıyor. Belki kıpırdayamıyor. İnsanları kul saymaya devam eden, çevre ve tarihi dokuya saygı alışkanlığına sahip olmayan bürokrasinin kreditör ülkelerin empoze ettiği şartları istese bile yerine getirebileceği kesin değil.
Lakshimi Mittal büyüme bağımlısı bir işadamıdır. 2006’da Arcelor’u satın alarak dünyanın en büyük demir-çelik grubunu kurduktan sonra geçen yıl yeni şirket satın almaya 16 milyar dolar harcadı. Bu rakam Türkiye’nin en büyük demir çelikçisi Erdemir’in piyasa fiyatının neredeyse iki katıdır.
Yıl daha yarılanmadan Arcelor-Mittal’in büyümeye harcadığı para beş milyar dolara yaklaştı.
Bu para saçma hadisesi bizi de ilgilendiriyor çünkü Hintli işadamı en son cüzdanına davrandığında içinden çıkardığı 869 milyon doları Erdemir’deki hissesini yaklaşık yüzde 25’e yükseltmek için kullandı.
Mittal’in Erdemir payını artırmasından, şirketin tamamına talip olacağı anlamı çıkarılabilir.
Mittal büyüme stratejisi güdüyor çünkü demir-çelik ürünlerine, sektörden bir işadamının sözleriyle, “Muhteşem bir talep var.”
Oyak sanayici değil, bir fon
Televizyon ekranlarında bitmez tükenmez kavgalarını izliyorsunuz. Ama Meclis’in kameralardan uzak komisyonlarında birkaç gün önce Kamu İhale Yasası’nı değiştiren tasarı tartışılırken ortalık süt limandı.
CHP ile MHP, AKP’nin kamu ihale düzenini 51’inci defa değiştiren yasasını kuzu kuzu kabullendiler.
Değişikliklerin amacı hükümetin istediğine ihalesiz iş verme özgürlüğünü genişletmek, denetim sınırlarını daraltmak, mağdur olanların şikâyet etmesini zorlaştırmak.
Hükümet değişiklikleri “AB normlarına uymaya çalışıyoruz” diye savunmaya çalışıyor. Ama doğru değil. AB gelişmeleri endişeyle izliyor. Her ilerleme raporunda hükümeti eleştiriyor.
Son değişiklikler yasalaştığında 2001 ekonomik krizi öncesi ihale düzenine aşağı yukarı geri dönülmüş olacak. Hatırlayacaksınız. Türkiye’yi, iflasın eşiğine getiren o krizin ana nedenlerinden biri, ihaleler yoluyla Hazine’nin talanıydı.
AKP’nin yaptığı değişiklikler sayesinde bu kapı yeniden ardına kadar açılmış oluyor.
Fazla
Bizim İngiltere diye bildiğimiz devlet gerçekte dört ülkeden müteşekkildir ve resmi adı Birleşik Krallık’tır.
Birleşik Krallık’ı meydana getiren ülkeler İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dır. İskoçya bir zamanla krallık, Galler prenslikti. İrlanda ise İngiliz sömürgesi.
Değişik aksanlarla olmakla beraber, aynı dili konuşan, Kraliçe’nin sadık kulları yüzyıllardır birlikte yaşıyorlar ve ortak birçok yönleri var (Kraliçe, Manchester United ve viski gibi.)
Ama her ülke değişik bir millettir, yaygın olarak kullanılmasa da kendi dilleri var, ve insanları kendilerini diğerlerinden farklı addediyorlar. Bir İskoça, özellikle ayık değilse, “İngiliz misiniz?” diye sormanın bedeli cevabı kırık bir burun olabilir.
Üç yüz yıldan beri birlik içinde yaşamasına rağmen İskoçya’da hâlâ sönmemiş bir bağımsızlık ateşi var.
1997’de Tony Blair’ın İşçi Partisi hükümeti devolution olarak adlandırılan bir süreçle İskoçya’ya bir tür yerel
Akıl, bilgelik, eğitim, birikim, deneyim ve hatta ahlak sahibi olmadan tutulabilecek bir tek iş var Türkiye’de.
Politika.
Türkiye, özel sektöründe en alttan en üst düzeye en kalifiye eleman arar. Büyük şirketler üst düzey yönetici bulmak için beyin avcılarına on binlerce dolar öderler.
Aynı Türkiye üçüncü sınıf insanlarla yönetilmeye fittir.
En iyinin aranmadığı tek saha politikadır. Bu partilerüstü bir gerçektir. Gül, Erdoğan, Baykal, Bahçeli ve onların peşinde laf sallayanlar hep aynı tezgâhın kumaşıdırlar.
Ağlaşmaya gerek yok. Demokrasi ağlaşma değil aksiyon düzenidir.
Uyanıncaya, gerçekleri görünceye, salaklığı ve soygunu durduracak gerekli demokratik haklara sahip olduğunuzu anlayıncaya kadar krizden krize sürükleneceksiniz.
OZANKÖY
Tatil bitiminden birkaç gün önce bir internet ahbabımdan uyarı mektubu aldım. “Bıraktığınızdan çok daha çılgın bir yere döneceksiniz” diyordu.
Televizyonu açmamayı becerdim. Ama arada bir gazeteleri aldım. Çook arada bir... Anayasa Mahkemesi’nin kararından, yarattığı hiddetten, petrolün varilinin 2008’de 250 dolara çıkacağı yönündeki tahminlerden, İsrail’in İran’ı bombalamayı planladığından haberim var.
Ama, umurumda mı?
Pencereden tatlı bir esinti geliyor.
Kalkıp bulaşık makinesini boşaltıyorum. Lavaboda, dünden beri içinde su bekleyen dibi tutmuş bir tencere var. Acemi bir pilavcının eseri. Elime bir tutam Brillo alıp bastıra bastıra, tamamen kayboluncaya kadar siyah lekeleri ovuyorum. Küçüle küçüle kayboluyorlar. Sonra yatırıp tencerenin yan yüzeyini temizliyorum.
Ozanköy
Bahçedeki en uzun servinin tepesinde bir saksağan oturuyor, yüzü birkaç saat önce kalkmış güneşe doğru.
Bu servinin tepesi bahçede kuşların en çok sevdiği yer. Saksağan yoksa karga, karga yoksa güvercin var... İzlediğim kadarıyla, bu mevki iriliğin belirlediği bir protokol sırasına göre kullanılıyor. Karga gelince saksağan, saksağan gelince de güvercin tepeyi boşaltıyor.
Ben mağaranın yanındaki badem ağacının altında oturuyorum ve sivrisinekler tarafında ısırılmış yerlerimi kaşımamaya çalışarak, sabah çayımı yudumluyorum. Boyuma asılı dürbünle ara sıra saksağanı izliyorum.
Bugün buradaki son günüm. Tatil sona eriyor, yarın sabah İstanbul’a dönüyorum.
Saksağanın başı, boynu ve kuyruğu siyah, gövdesi beyaz, kanatları siyah beyazdır. Hem siyahlığı hem beyazlığı tam ve mükemmel, güneşte parlıyor. Hayat cilasıyla cilalanmış gibi.
Yarın bu saatte uçak İstanbul için alçalmaya başlıyor olacak. Doğudan hafif hafif bir esinti geliyor, beni serinletip hurmayı, filayağı ağacını, zakkumu ve pergolanın üzerindeki
OZANKÖY
Bir yaz günü kumsalda uyuyakaldım. Rüyamda aynı kumsalda uyuduğumu gördüm. Ama kumsal o günkü gibi değildi. Orayı ilk gün gördüğüm gibiydi.
O günlerde rahatsız edilmemiş kumlarda kuş, yılan, kertenkele ve keçi izlerinden başka iz görmezdim. İlkbaharda kumlarda bodur zambaklar açardı.
Kara yılan, çalıların altında, İngilizlerden kalma dar asfalt yolda, keklik yavrularının, annelerinin arkasında, sıra halinde karşıdan karşıya geçmelerini beklerdi.
Zeytinleri ve harnupları dallarının başladığı yere kadar gömen kum tepeleri ta yolun ötesine kadar giderdi.
Yaz gecelerinde sahile çıkıp arka ayaklarıyla kazdıkları çukurların içine yumurtalarını gömen deniz kaplumbağaları vardı.
Baktığınızda ne bir elektrik direği görürdünüz, ne bir yapı. Sahilden görünmeyen yoldan binde bir bir otobüs veya araba geçerdi.