Ozanköy
Uyanır uyanmaz arıların sesini duydum. Saat altıya geliyordu. Güneş yeni doğuyordu.
Sonra saksağanların sesini duydum. Mutfak kapısının önündeki serviye yuva yaptılar. Bahçıvan göstermeseydi farkına varmayacaktım.
“Saksağanlar ikişer ikişer dolaşır” demişti Elizabeth. “Tek saksağan görmek kötü şans getirir.” Bu gibi şeylere inanmıyorum ama o günden beri hep gözlerim ikinci saksağanı arıyor.
Yuvada kaç yavru var? Büyüyünce bahçede kalacaklar mı?
Bahçıvan artık haftada iki gün geliyor. Ben de ayda bir. Saksağanlar bu dönümleri terk ettiğimi sandıkları için eve bu kadar yakın yuva yapmışlardır. Geldiğim gün de birkaç metre önümden bir yılan fırladı. Hızla gözden kaybolmadan önce başını çevirip dargın gözlerle bana baktı, “Sen de nereden çıktın” der gibi.
Kalkıyorum ve pencereden dışarı bakıyorum. Gül ve sarı yasemin. Tomurcuklu zakkum ve erik. Badem ve keçiboynuzu. Onların üzerine konan kuşlar, üzerlerinde gezen karıncalar ve böcekler, aralarına ağ ören örümcekler, tarla fareleri, onları ham yapmak için kuytularda pusuya yatan yılanlar. Hepsi insanların daha uyanıp gürültülerine başlamadıkları dünyada güneşle yeniden başlayan alışverişlerinin keyfini çıkarıyorlar. İnsan çoğu zaman ne güneşin ne ayın farkındadır ama diğer yaratıklar aydınlığın ve karanlığın içinde suda balık gibidirler.
Filayağı ağacı arı kaynıyor. Yapraklar kanatlarının rüzgârıyla titreşiyor. Ağaç onların farkındaymış gibi geliyor bana. Arılar bal alırken ağaç da onlara bal veriyor sanki, emziren bir anne gibi.
Bu arıların bu sene ilk gelişleri, ilk defa geldiler. Artık bundan sonra her gün güneş doğarken ve batarken gelecekler ve dökülünceye kadar, ağacın üzüm salkımı biçimindeki çiçeklerinden bal alacaklar.
Bu ilkbahar gelip gelmeyeceklerini merak ediyordum. Birkaç seneden beri dünyanın birçok yerinde arılar, arkalarında bomboş kovanlar bırakarak ortadan kayboluyorlar ve bir daha geri dönmüyorlar. Onları ne kaçırıyor, nereye gidiyorlar, başlarına ne geliyor kimse bilmiyor. Benimkilerin geri dönmüş olması sağlıklı olduklarını gösteriyor ve bunu bilmek içimi ferahlatıyor.
Bugün İstanbul’a dönüyorum. Acele etmek istemediğim için erken kalktım. Havaalanına hareket etmeden önce bahçede çay içmek ve yolda durup ormanda biraz yürümek istiyorum. Bahçeden topladığım limon ve yenidünyalar ve kirli çamaşırlar dolu çantamı dün gece arabaya yerleştirdim. Giderken giyeceğim elbiseler sedirin üzerinde düzenli bir biçimde üst üste duruyor. Her şeyin temiz ve tertipli olmasına büyük ihtimam gösteren ve bu düzenden sapmayı şiddetle cezalandıran rahmetli annem görseydi, pasaklı oğlunun kendine benzemiş olmasına çok şaşardı.
Fincanımdaki ballı çayı yudumlayarak hamakta otururken arı vızıltılarına ve saksağan trafiğine serçe ve bülbül sesleri karışıyor. Bu yaratıkların çıkardığı seslerden başka hiçbir ses yok. Birdenbire insanlar, kovanlarını terk eden arılar gibi yok olsalar dünyanın sesi böyle olurdu diye düşünüyorum.
Her gün böyle başlamalı. Hep bu saatlerde uyanmalıyım. Güneş doğanın üzerindeki yorganı kaldırıp arıları, kuşları, karıncaları uyandırmaya, bitkileri doyurmaya başlarken gözlerim açılmalı.
Dönmek istemiyorum. İstanbul’da sevdiklerim, yapmaktan hoşlandığım bir işim, rahat bir hayatım var ama dönmek istemiyorum.
Yirmi seneden fazla zamandır sahip olduğum bu evde devamlı hiç 365 gün yaşamadım, mevsimlerin değiştiğini görmedim. Çoğu zaman ektiğim soğanlar ben görmeden çıkıyor, soluyor ve ölüyor. İncirler, kayısılar, guavalar toplanmadan yere düşüyor.
Bir yıl devamlı burada kalıp değişimi izlemeliyim. Aksi takdirde ruhum asabi bir hayalet gibi geceleri çığlıklar atarak bahçede dolanacak ve saksağan yavrularını uyandıracak.