Panda Bear’in yeni albümü “Buoys” popun geleceği üzerine bir deneme gibi. Geleneksel bir gitar sound’una sırtını dayamış Yak’ın “Poursuit of Momentary Happiness”i ise garaj sound’u özleyenlere tedavi niteliğinde.
Noah Lennox’ın Animal Collective’den ayrı düz koştuğu projesi Panda Bear’in yeni albümü sonunda yayınlandı. Panda Bear deneysel müzik yapıyor. Sound’lar, sesler, ritimler deniyor Lennox. Ancak deneysellik çok geniş bir kavram. Hangi sularda deniyor, ya da olaylar nasıl bir ortamda geçiyor diye soracak olursanız, aslında hadise pop. Yani deneysel pop diyelim.
Panda Bear 1999’dan bu yana zaman zaman hayata dönen bir proje. Asla ölmüyor ancak buzdolabında zamanını bekliyor. Bazen de, mesela 2013’teki gibi Daft Punk’ın bir albümüne sızıyor (“Doin’ It Right”) ve beklenmedik bir başarı elde ediyor. Temel olarak 20 yıllık kariyerinde Panda Bear’in yayınladığı altıncı albümle karşı karşıyayız. Bu albüm “Person Pitch” kadar (2007) avangart değil. “Young Prayer” (2004) kadar deneysel asla olamaz. “Tomboy” (2011) gibi bir estetik bütünlüğe sahip değil. “Panda Bear meets the Grim Reaper” (2015) kadar iyi değil. İçinde “Selfish Gene” gibi bir şarkı yok mesela albümü alıp sürükleyecek.
Seksenler biteli 40 yıl oluyor. 10 yıl süren bir zaman dilimi nasıl bir sembol oldu ki ara ara geri dönüp duruyor ve popüler kültürdeki etkisi hep güncel kalabiliyor?
Deutschland 83” diye bir dizi vardı. Bu Alman yapımı dizi soğuk savaş döneminin sonlarına doğru Doğu Almanya’dan Batı’ya casusluk yapmaya gönderilen bir gencin hikayesini anlatıyor. Komünizm döneminde hayat nasıldı? O sırada Batı nasıldı, casusluk entrikaları ve heyecanı derken diziye dalıp gidiyordum. İkiye bölünmüş bir ülke ve ulus hakkında her türlü malzemeyi merak etmek ayrı, burada beni çeken şeyin ne olduğunu baştan beri biliyordum ben. Dizinin adı. “Deutchland 83”. Daha doğrusu 83. 1983 yılında geçiyor film. O dönemin kültürel referanslarını ve gündelik hayatı senaryosu gereği yeniden canlandıran dizi beni ‘80’lere götürüyordu. Peki ‘80’ler neden bu kadar ilginç? Çünkü 10’lu yaşlarımdaydım. Ergenlik dönemimdi ve bu dizideki her dönem referansı hafızamda bir yerlerde bir düğmeye basıyordu. Eski bir logo, bir mobilya, bir otomobil modeli. Yüksek belli taşlanmış bir kot pantolon. Dönemin spor ayakkabıları. O döneme dair referans ve işaretlerin her biri tanıdıktı ve beni sevdiğim bildiğim, kendimi iyi hissettiğim
İngiltere’nin meşhur müzik mağaza zinciri, 100 yıllık geçmişe sahip HMV, geçen haftaya kadar batmıştı ve bütün dükkânlarını kapatıyordu. Bir mucize oldu ve Birleşik Krallık’taki 100 mağazasıyla birlikte Kanadalı Sunrise Records’a satıldı. Sunrise bu batık şirketi üç kuruşa kapatıp değerli dükkânlarını ve mal mülkünü satın aldığı fiyatın 10 katına satacak değil. Firma müzik perakendeciliği yapmaya devam edecek. Ve bunu yaparken plaklara güveniyor. Daha doğrusu, plağın geri dönüşüne ve bu trendin geçici değil, kalıcı olduğuna yatırım yapıyor.
Önce geleneksel medya ve formatlar bitti dendi. Sonra her şey dijitale geçiyor dendi. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Ne geleneksel medya bitti (bunu radyoculuktan bir örnekle geçen hafta anlatmaya çalışmıştım) ne de dijital sanıldığı gibi alıp başını gitti. Galiba en doğru bakış açısı, birinin diğerine evrileceğini değil, en azından şu zamanlar için, her ikisinin de farklı yolları ve ufukları olduğunu kabullenmek.
ABD’de 2018’de 17 milyon yeni baskı plak satılmış. İkinci eller ve satışlarını açıklamayan bağımsız mağazalar, firmalar, internetten yapılan satışların büyük kısmı bu hesaba dâhil bile değil. İngiltere’de de bağımsız müzik firması
55 yaşındaki Ian Brown, müziğiyle yeni hikayeler anlatmaya devam ediyor. Bir Leonard Cohen değil tabii ama tecrübesini paylaşıyor, inceden öğütler veriyor. Bunları, dağılan The Stone Roses’ın müzikal mirasını devam ettirerek yapıyor.
Ian Brown yedinci solo stüdyo albümünde de eski grubu The Stone Roses’un müzikal mirasını devam ettiriyor. Gayrıresmi olarak grubu kendi solo projesinde sürdürüyor. The Stone Roses dağıldıktan sonra yeniden bir dizi konser için birleşmiş, 2017’de son kez birlikte sahneye çıkmıştı.
Brown’ın müziğindeki The Stone Roses referansları için “Solistiydi normaldir” derdik ama fazlası var. Brown, esas grubundan -ya da grubunun ardından- ayrı albümler yapan pek çok diğer solist gibi yeni sulara yelken açmadı. Burada da açmıyor. Paul Banks’in Interpol’den ayrı albümleri, Thom Yorke’un Radiohead’den ayrı albümleri, Jack White’ın The White Stripes sonrası projeleri, Guy Garvey’nin Elbow’dan ayrı işleri, elbette grupların izlerini taşıyordu. Ama Brown’ın kullandığı müzikal araçlar “The Stone Roses bitti ama ben müziği kaldığı yerden kendi başıma devam ettiriyorum” şeklinde okunuyor. Mesela bu albümdeki “First World Problems”, “Ripples”, “Soul Satisfaction” bu
Geçen hafta kulağımıza çalınan, dinleyip kenara not ettiğimiz yeni müziklerden köşeye sığanlar da diyebiliriz kısaca.
- “Felaket” - Ezhel: Reggae ve dub alemine girip bu müziğin babalarına selam çakmaması düşünülemezdi Ezhel’in. Nitekim yeni single “Felaket” “Yarattın dünyamda zelzele, sallanır durur bu hergele” diyerek bizi güzel güzel dub’lıyor. Altyapılar Dy Artz ve Bugy’de.
- “ChrysalIs” - Empire of The Sun: Zamanının büyük dans hit’lerinden “We Are The People”ın da bulunduğu özel bir albüm “Walking on A Dream”. 10 yılı devirdi ve yeni bir plak baskıyla geliyor. İkili bu yeniden basım şerefine yeni bir de şarkı koydu internete. Güzel yerlerdeler.
- “Ayva Çiçek Açmış”- Hey! Douglas (feat. Gaye Su Akyol): Gaye Su Akyol, açık unutulmuş eski bir radyodan sızan yurttan sesler korosu vokali gibi sızmış Hey! Douglas’ın fantastik electro disco beat’lerinin arasına. İyi olmuş güzel olmuş.
- “ArrIba” - Femina: Perlas & Conchas yeni albümlerinin adı olacak. İlk single’ı “Arriba” çok güzel yerlerden geliyor. Funk, saykodelik ve rock sularında ilerlerken İspanyolca sözler elbette işin rengini değiştirmiş.
- “Years/Outro” (feat. Lola Young) - Tariq Disu: Rap deyince aklınıza gelen hep aynı üç
Türkiye’de geleneksel medyamızda ekonomik sorunlar nedeniyle dijitale geçişler devam ederken, İngiltere’de en geleneksel medyalardan radyo çerçevesinde 2019 itibarıyla hayli yoğun rekabet ve itiş kakış var.
1864’te James Clerk Maxwell elektromanyetik dalgaların uzayda serbestçe dolaştığını kanıtladığından bu yana 150 yıl geçmiş. 1920’lerden bu yana en önemli (ve elbette ilk) kitle iletişim araçlarından biri olduğunu düşünürsek radyo hayli uzun kabul edilebilecek bir süredir insanlığın hizmetinde ve insanlığın hayatında. Biliyorum artık dijital mecralar var, internet var ve olaylar bu platformlarda gelişiyor. Radyo deyince aklınıza genellikle anneannelerimizin evindeki dev, düğmeli cihaz ve nostaljik görüntüler geliyor ama bakın güncel bir haber bu düşüncemizi sorgulamamıza neden oluyor.
Geçen hafta Rupert Murdoch’ın sahibi olduğu radyo istasyonu News UK, BBC Radio 5’le rekabetinde iyice dişlerini gösterdi. Kent Üniversitesi’nce yapılan bir araştırmaya göre BBC 5 yeteri kadar haber vermiyordu. Yayın süresinin yüzde 75’inde haber vermek durumunda olan BBC 5 hafta sonları bu haber payını yüzde 50’lere düşürüyordu. Murdoch’ın sahip olduğu Times gazetesi ve SKY televizyonları ve radyo
ABD’li prodüktör ve müzisyen Chaz Bundick’in (Toro Y Moi) yeni albümü “Outer Peace”i dinlerken konu kendiliğinden kentsel dönüşüme geldi.
En keskin dilli mizah dizilerinden biri olan “Southpark”ın bir bölümünde “gentrification” ele alınıyordu. Bu terimin Türkçedeki en yaygın karşılığı “soylulaştırma” sanırım. Şehrin, evsizlerin ve fakir fukaranın yaşadığı kıyı köşe mahalleleri, ucuz kiraları fırsat bilen üçüncü nesil mekanlar tarafından işgal edilirken mahalle halkı hafiften dışlanıp “yeni manzaraya uymayan yerel unsurlar” haline geliveriyordu. Hele hele şehre Whole Foods (ABD’de pek moda olan sağlıklı yaşam marketleri zinciri) açıldıktan sonra insanların hali tavrı iyice değişiyor, bir anda herkes kahve ve şarap uzmanı oluveriyor, sağlıklı yaşam, fit olmak en önemli konu haline gelirken, habire avokadolu bir şeyler yenmeye başlanıp bu standartları tutturamayanlara demode, muhafazakar ya da geri kalmış gözüyle bakılıyordu.
İçe dönük dışa kapalı mekanlar
Bir sonraki aşamadaysa inşaat sektörünün olaya el koyduğunu görüyorduk. Ortalık bir anda “yaşanılası mekanlar” gibi kuru laflar altında sitemsi alışveriş merkezli, restoranlı içe dönük dışa kapalı mekanlarla doluyordu. “Yepyeni bir
Yayınlarına dijital mecrada devam kararı alan pop müziğin kalesi Kral TV acaba yeni mecrasına uygun olarak tarzını da değiştirecek mi?
Popun kalesi kabul edilen Kral TV artık sadece dijital mecralarda yer alacağını duyurdu. Dijitalin yükselmesi geleneksel medyayı zora sokalı hayli oluyor. Yani hikaye yeni değil, bunu biliyoruz. Kağıt baskısını durduran ve yayın hayatlarına sadece dijital mecralarda devam eden gazeteler ve dergiler, bugün hâlâ kağıda basılanlardan neredeyse fazla. Bu zorunlu değişim ekonomik nedenlerden gerçekleşti. Kağıdın pahalı olması gibi geleneksel televizyon yayıncılığı için her ay çok ciddi bir uydu kirası ödemeniz gerekiyor. Karşılığını alamıyorsanız devam etmek mümkün değil.
Dijitale geçiş bir tercih değildi
Böyle cümleler kurunca her şey mantıklı geliyor ama sorunun nedeni bu mantık ve bu bakışta. Çünkü medya yöneticileri gerek okurların, gerek sıradan vatandaşın teknolojik uyum ve gelişimini küçümsediler.
Dijital medyaya dair “Bizde olmaz, bizde iş yapmaz”lar her plazada havada uçuyordu 2000’lerin sonunda. Ne zaman ki dergiler gazeteler satmamaya, maaşlar ödenememeye, reklam gelirleri düşmeye başladı, bu vizyonsuzluk kendini mecburiyet olarak “dijitale