Yaklaşık 500 CD, DVD, VCD. Evet VCD... VHS bantlar var. Kat kat dizince benim boyumu geçiyor. Guns’n Roses’ın “November Rain” videosunun VHS’i neden yıllarca saklanır ki? Hepsini salladım, güle güle gittiler...
Kutular, koliler dolusu giyim kuşam. En son 2007’de giymiştim şu Manic Street Preachers tişörtünü. Her yeri delik deşik. Yıkana yıkana tipi kaymış, iyice soluklaşmış AC/DC tişörtümü en son giydiğimde House Cafe diye bir şey açılmamıştı, Teşvikiye
Kafe vardı.
Paltolar... Montlar... Kazaklar... Şu U2 tişörtümü en son giydiğimde Tansu Çiller başbakandı herhalde ya da Ecevit... Şu Foo Fighters tişörtünü 2003’te Roskilde’den almıştım ve XL olmasına rağmen eve geldiğimde üzerimde düdük gibi durmuştu. Bir kere bile giymedim. Ama o zamandan beri her yere taşıdım. Neden?
Kazaklar... Bir kısmını güveler yemiş. Bunu yiyen güve tarih olup uzaya karıştı ama kazak burada karşımda. Giyilmekten, yıkanmaktan ışığa tutunca arkası görünecek hale gelmiş, varlığını dahi unuttuğum bin yıllık Adidas eşofman üstüm. Alınıp giyilmemiş onlarca tişört, sweatshirt. Bir sürü ama bir sürü eldiven. Ben eldiven giymem ki...
Kitapların arasına kamufle olmuş yüzlerce katalog, broşür. Kâğıtlar, kâğıtlar,
Moby’nin bugün klasikleşmiş kabul edebileceğimiz “Play”i 20 yaşına girdi. 1999’da bu albümün yayınlanması ana akım müzikte önemli bir kırılmaya neden olmuştu.
1999 yılını biraz tarif edeyim. 1999’da neler vardı yerine neler yoktu diyerek yapayım bunu. iPod 2001’de lanse edildi. 1999’da iPod yoktu. Akıllı telefonlar yoktu, cep telefonları hayatımızda hoş bir yenilikti. Stream etmek yoktu. Spotify, Apple Music henüz yoktu. Youtube’un kurulmasına 6 yıl, Spotify’ın hizmete girmesine 9 yıl vardı. Zamanında en güzel download’larımızı yaptığımız LimeWire’ın hayata geçmesine daha bir yıl, Pirate Bay’e dört yıl uzaktaydık. Korsan kaset vardı, CD vardı, VCD vardı. Hayatımızda DiscMan vardı. Arabada blutooth’tan bağlanmaca yoktu. CD ya da kasetçalarlı teypler vardı. Çalınmasın diye şrak diye çıkarıp yanınıza alırdınız. Bagaja beşli CD değiştirici tepsisi konurdu büyük hizmet olarak. O günlerde en iyi teknoloji CD’ydi ve biri 2019’da plak satışlarının CD’yi geçeceğini söylese herhalde herkes güler geçerdi. İşte bu dönemde içinde sample olan müzikler ana akımda duyulmaya başladığında büyük bir yenilik olarak algılanmıştı. Sample’ı bilmeyenler için açıklayayım. Bir şarkıdan beğendiğiniz bir
Malumunuz artık Londra’da ikamet ediyorum.Dünyanın en önemli müzik şehirlerinden birinde nereye baksam şahane müziklerle karşılaşıyorum. İşimiz de yazmak / paylaşmak olduğuna göre bundan sonra keşiflere, sürprizlere hazır olun.
Bu haftaki grubun adı Durand Jones and The Indications. Doğu Londra’daki meşhur müzik mağazası, alternatif müziğin kalelerinden Rough Trade’de rastladım kendilerine. Niyetim plak karıştırmaktı ama kısmette canlı müzik varmış. Rough Trade’de haftanın neredeyse her günü hiç bilmediğiniz şahane bir isimle karşılaşabilirsiniz. Bazen tanıdık isimler de bu mekanda boy göstererek sürpriz yapıyor o ayrı.
Ben açıkçası bir akşam yemeği için kendimi yakınlarda bulunca bir göz atmadan edemedim. Programına hiç bakmamıştım. Canlı müzikle karşılaşmak sürpriz oldu. Durand Jones & The Indications konseri devam ediyordu. Kapıdan dönmek yerine içeri girmeye karar verdim. Bilet olarak bir CD ya da plak albüm satın alıyorsunuz. CD’yi kaptım, girişteki mini bardan biramı doldurdum ve konseri izleyen samimi kalabalığa karıştım.
Karşımda aklı fikri ‘70’lerin siyah Amerikasında genç bir grup buldum. Durand Jones, Al Green, Curtis Mayfield tarzı vokallerle hemen dikkat çekti. Davulda
Klasik müzik yazarı, Andante dergisi yayın yönetmeni, Say’ı yıllardır yakından izleyen bir isim, Serhan Bali, Twitter’da Erdoğan - Say yakınlaşmasına dair açıklayıcı nitelikte düşünceler içeren bir flood yazdı. Önemli bulduğum kısmı aktarayım:
“Onu iyi tanıyanlar olarak başından itibaren şunu söyledik: Fazıl, AKP iktidarının tepesi tarafından bugün şahsına ve sanatına gösterilen bu kabulü ve saygıyı 10 yıl önce görseydi biz bugün ‘muhalif sanatçı Fazıl Say’ diye bir şeyden kesinlikle bahsetmeyecektik. Fazıl devlet katından yıllardır aradığı, beklediği kabule ulaşmıştır, Cumhurbaşkanı da Fazıl’daki işbirliği hevesini görmüştür...”
İnsanlar birbiriyle yakınlaşır, konuşur, uzaklaşır, hayat böyledir, hepsi de doğaldır bana kalırsa. İki kişi arasındaki ilişki başka kimseyi ilgilendirmez. Ancak siz varlığınızı bir sembol haline dönüştürüp kamuoyunda belli bir kimlikle var olmuşsanız, işte o zaman insanlar yaptıklarınızı sorgularlar. Bunu doğal karşılamak gerekir.
Bali’nin dediği gibi, Say, devlet katından yıllardır kabul görmeyi bekliyordu. Benim de naçizane kanaatim o yöndedir. Bunu işaretlerini eski kültür bakanlarından Ertuğrul Günay kendisine sorulsa sanırım çok güzel anlatır. Çünkü
Eski Roxy Music solisti, kült karakter, “sanat için müzik” insanı, moda ikonu Bryan Ferry, “Bitter Sweet” isimli son albümüyle ‘20’lere ışınlanıyor.
Cool” diyoruz, “cool” artık eskidi “uncool” oldu diyorlar. Peki yerine ne öneriyorsunuz? Popüler kültür tarihinde bazı insanlar “cool” olarak tanımlanır. Ve bu tanım değişmez. Değişirse onun adı anakronizm olur. Bugünün cool insanlarını (eğer böyle bir şey varsa) hangi isimle tanımlayacağına Y’ler Z’ler karar versin. Biz X’ler olarak yolumuza cool ile devam edelim. (Bu sözcüğü havalı diye Türkçeye çevirenler var ama yanlış. Cool’u Türkçeye çevirmek çok zor. Ben çeviremiyorum.)
Uzattım biliyorum. Müziğin “cool”larından birinden söz edecektim. Modası geçmeyen daha doğrusu “moda üstü” işlere imza atmasıyla tanıdığımız Bryan Ferry son albümünde ‘20’lerin caz, blues, swing, ragtime gibi tür ve alt türlerinin etkisinde. Nedir, neler oluyor, Roxy Music solisti, art-rock geçmişini bir kenara bırakıp neden ‘20’lere dadanmış diye sorabilir müzikseverler. Ferry, Netflix’in birinci dünya savaşı sırasında Berlin’de geçen suç ve polisiye dizisi Alman yapımı “Babylon Berlin”in müziklerine imza atmıştı. Hatta üçüncü sezonu beklenen dizide Ferry, bir
“Kerim Çaplı Project Kayıp” adlı albüm, yıllar sonra tozlu raflardan çıkan kayıtlardan derlendi ve yayınlandı. Söz müzik, enstrümanlar ve düzenlemeler bugün pek az kişinin hatırladığı yetenekli müzisyen Kerim Çaplı’ya ait.
ABD’de büyüyen ve 30 yaşında Türkiye’ye gelen Kerim Çaplı’yı ilk Jazz Stop’ta görmüştüm. ‘90’ların başı olmalı. İstiklal’in soğuk, ıslak ve çamurlu sokaklarından Büyükparmakkapı Sokak’ta, çok değerli ve güzel insan rahmetli Engin Abi’nin (Yörükoğlu, Moğollar) Fransa’dan döndükten hemen sonra o zamanların yegane modern mekanı olan Hayal Kahvesi’nin karşısına açtığı kulüptü. Burası o dönem Bülent Ortaçgil ve Erkan Oğur’dan genç cover gruplarına, cazcılara, rockçılara geniş bir yelpazede pek çok müzisyenin buluşup tanıştığı ve çaldığı bir yerdi. Engin Abi de zaten burayı işletmecilik yapmak için değil bunun için açmıştı bence.
Kerim Çaplı sahnede tek başınaydı. Aynı anda bas ve keyboardlar çaldığı bir sahne düzeneği kurmuş Stevie Wonder’dan bir şeyler söylüyordu. O kadar acayipti ki, inanılmaz bir müzik ve vokal geliyordu kulağımıza. Fakat baktığınızda sahnede bunun karşılığını göremiyordunuz. Üzerindeki deforme kazağı aylardır çıkarmamış gibi duruyordu. Gri kumaş
Neredeyse 50 yıldır Türk’üm, hâlâ Türk’ün kafası nasıl çalışır dendiğinde, bir iki klişeden öteye geçemiyorum. “Biz pratik milletiz” deriz. Hayatımız, birbirimizin hayatını zorlaştırmak, karşı tarafa meydan okumak üzerine kurulu. Bunun nesi pratik? Menemenin soğanı için işi gücü bırakıp günlerce tartıştık. “Soğansız yiyenler hayattan keyif alamaz” yazan bile oldu. Sonuç? İsteyen soğanlı istemeyen soğansız yer, kime ne? Bu kadar tartışma “pratik” mi? Ne işe yaradı?
Gündemde “akraba evliliği” var. Psikopatlarla dolu bir ailenin suç hikâyesinden konu geliyor Cumhuriyet rejimine dayanıyor. Akraba evliliğini rejim istemiş, onun için böyle olmuş bilmem ne. “Biz ne güzel aile arasında kardeş kardeşe evleniyorduk, ne oldu bize ve değerlerimize?” denmesine az kaldı. Çoktan geçmiş bitmiş tartışmaları, bilimsel gerçekleri, kurcalayıp yeniden tartışmaya açmanın ve dünyanın en bayat terazisinde evet / hayır, doğru / yanlış diye not vermenin nesi pratik?
Etrafa bir bakın, gündemimiz bu mu?
Poşet de poşet. Yahu arkadaş, anneannelerinizin pazar filesi yok muydu? Al bir file, konuyu kapat. Hiçbir şeye itiraz etmeyen milletimiz poşet paralı olunca neredeyse topyekûn seferber oldu. Geçen gün biri
Tame Impala yeni albümle geliyor. Nick Cave, The Bad Seeds ile stüdyoda. The Who’nun, The Chemical Brothers’ın, The Cure, Thom Yorke, Vampire Weekend, My Bloody Valentine’ın yeni albümleri de yola çıktı bile.
2018’in listeleriyle bir süredir köşemiz işgal altındaydı. Yılın son ayını bu tatlı işgal altında bitirip yıl sonu raporumuzu tamamladıktan sonra şimdi de biraz 2019’a bakalım. Bu yıl takip ettiğimiz beğendiğimiz pek çok büyük isim faaliyette ve turnede olacak. Turne demek de zaten genellikle yeni albüm demek.
Eylülde Los Angeles’ta çalışmaları başlayan Nick Cave and The Bad Seeds’in yeni albümünün kayıtları tam gaz devam ediyor. Cave albüme dair yaklaşımını “Bir besteci olarak hayatımın büyük kısmı hayal kurarak geçti. Biz profesyonel hayalciyiz” diyerek belli etmişti. İstikrarlı hayaller diliyoruz Cave’e.
Aynı şehirde albüm tamamlamaya kararlı bir diğer sanatçı Liam Gallagher. İkinci solo albümünü eylülde tamamlayacağı bilgisi var.
Son yılını turnede geçiren Jack White’ın ciddiyetle eğildiği albüm projesi, yan projelerinden The Raconteurs ile olanı. Şaka maka The Raconteurs’ün son albümü “Consoler of The Lonely”nin (2008) üzerinden 10 yıl geçmiş. Ekip Nashville’deki Third Man