55 yaşındaki Ian Brown, müziğiyle yeni hikayeler anlatmaya devam ediyor. Bir Leonard Cohen değil tabii ama tecrübesini paylaşıyor, inceden öğütler veriyor. Bunları, dağılan The Stone Roses’ın müzikal mirasını devam ettirerek yapıyor.
Ian Brown yedinci solo stüdyo albümünde de eski grubu The Stone Roses’un müzikal mirasını devam ettiriyor. Gayrıresmi olarak grubu kendi solo projesinde sürdürüyor. The Stone Roses dağıldıktan sonra yeniden bir dizi konser için birleşmiş, 2017’de son kez birlikte sahneye çıkmıştı.
Brown’ın müziğindeki The Stone Roses referansları için “Solistiydi normaldir” derdik ama fazlası var. Brown, esas grubundan -ya da grubunun ardından- ayrı albümler yapan pek çok diğer solist gibi yeni sulara yelken açmadı. Burada da açmıyor. Paul Banks’in Interpol’den ayrı albümleri, Thom Yorke’un Radiohead’den ayrı albümleri, Jack White’ın The White Stripes sonrası projeleri, Guy Garvey’nin Elbow’dan ayrı işleri, elbette grupların izlerini taşıyordu. Ama Brown’ın kullandığı müzikal araçlar “The Stone Roses bitti ama ben müziği kaldığı yerden kendi başıma devam ettiriyorum” şeklinde okunuyor. Mesela bu albümdeki “First World Problems”, “Ripples”, “Soul Satisfaction” bu nitelikte yani The Stone Roses’ı yaşatan şarkılar. Hele açılışın ardından gelen “Black Roses” var ki tam olarak ne demek istediğimi anlatıyor. Brown bu şarkıda “neden bütün güller taşa dönüştü” diye sorarken sanırım hala grubun dağılmasıyla ilgili hesaplaşmalar yaşıyor. Bence son konserlerine de gönderme yapıyor. Zira konserler için bir araya gelen gruptan yeni şarkılar beklenmiş ama böyle bir gelişme olmamıştı. Şarkı şöyle devam ediyor: “İşte ben buradayım ve şarkımı söylüyorum.”
Güncelliğini koruyor
Bunları ifade ettikten sonra albümün hakkını verelim. Bu bol gitarlı, melodik bas yürüyüşlerine sahip Brit-alt-rock-dans sound’u günümüz itibarıyla güncelliğini koruyor. Brown bu işi iyi yapan bir iki kişiden biri. Ve yaşlandıkça sesinin rengi değişen solistlerden değil. Onun vokaline bakarak yaşını tahmin edemezsiniz. Müzikal estetik açısından The Stone Roses ruhunu bu denli canlılıkla devam ettirmesinin sırrı belki de burada gizli. Bugün 55 yaşında ve artık iyice beyazlaşmış ve kısa kesilmiş saçlarıyla karşımıza gelerek bize galiba ben artık olgunlaştım ya da farklı bir zihin yapısıyla karşınızdayım demeye çalışıyor. Son 10 yıldan bu yana yaptığı ilk albüm bu ve her ne kadar müzikal açıdan The Stone Roses sularında olsa da Brown için öncekilerden daha özel bir albüm olduğu, tekrar olmadığı kesin. Sözlerden de anlayabiliyoruz. “Breathe and Breathe Easy (The Everness of Now)” gibi şarkılarda biraz da hayat dersleri, bilgece öğütler gizli. Brown elbette bu alanda bir Leonard Cohen değil. Hem henüz ondan daha genç, hem de kişilik olarak farklı özelliklere sahip. Ama Manchester sound’unun bu en önemli kişiliklerinden birinin elbette bize söyleyeceği yeni şarkılar, anlatacağı yeni hikayeler ve vereceği öğütler var.
Kaykay, punk ve ötesi
RAT BOY adını duydunuz mu emin değilim. Hal tavır -ve müzik-, “High Fidelity” filmindeki dergi ve plak hırsızı skate/punk ekibiyle aynı. Ama burada Amerikan değil Essex yöresinden bir skate kültüründen söz ediyoruz. Jordan Cardy punk, rock, rap alanlarında at koşturuyor, daha doğrusu kaykayını sürüyor, duvardan duvara, kaldırımdan kaldırıma zıplıyor. Bir önceki çalışmasını elektronik ağırlıklı daha ziyade eski kült ekip Zigue Zigue Sputnik’e benzetmiştim. Sevip kenara ayırmıştım. Bu defa ciddi garaj / punk etkisinde. Uçuk kaçık olmanın yanında hafif “tehlikeli” bir tip var karşımızda. Electro pop sularına girdiği derece sıradan, punk’a doğru yürüdükçe güzelleşen bir albüm.