Avustralyalı saykodelik rock ekibi Pond, sekizinci stüdyo albümleri “Tasmania”yı yayınladı. Soft rock ve küresel ısınma başrolde.
Perth sound’u diye bir şeyden söz edildiğini duymamış olabilirsiniz. Avustralya’nın bu her yere uzak kendi halindeki şehrinden güzel saykodelik rock müzik çıktı son yıllarda. Başı Tame Impala çekti. Bu ekibin çalıştığı stüdyoda takılan müzisyenler ve arkadaş gruplarından başka gruplar müzikler, projeler belirdi. Pond onlardan biri. Tame Impala ile ortak elemanları var, hatta grubun solisti Nick Allbrook, Tame Impala turnelerinde sahnede yer almış birisi. Buradaki müzisyen havuzundan farklı kombinasyonlarla Mink Mussel Creek, Space Lime Peacock, The Dee Dee Dums, Gum gibi ekipler türediğini de buraya not düşeyim ilgilenenlere.
Avustralya’dan gelen bu tip saykodelia ekiplerinin erken dönem, yani 2000’lerin ilk yıllarındaki işlerine kulak verirseniz daha ham garaj rock sound’ları duyarsınız. Mesela Tame Impala’nın 2010 tarihli ilk albümü bu dönemin izlerini taşır. “Lucidity”, “Solitude is Bliss” bu tip şarkılar. Pond’un aynı yıl yayınladığı “Cloud City” bu tip ‘70’lerin rock sound’unu yeniden canlandıran işlerdir. Bana göre çok değerli ve yaratıcı olan bu
Üye olduğumuz bir Facebook grubunda geçen gün biri şöyle yazmış: “Avustralya’dan İngiltere’ye taşınıyoruz. Kocamın işi Londra’da olduğundan ya bu şehirde ya da yakınlarında eşim ve çocuğumla birlikte ailelere uygun bir mahallede, muhafazakâr değerlerin önemli olduğu bir çevrede muhafazakâr bir şekilde yaşamak istiyoruz. Bizim için nereleri önerirsiniz?”
Tahmin ettiğiniz gibi bu bir expat forumu. Bu tip forumlar ve gruplar iş için yurt dışına taşınması gereken kişilere kolaylık sağlamak ve yardımlaşmak için kuruluyor.
Hafta sonları ucuz uçak bileti kovalayıp farklı şehirleri görmeye meraklı biri için cidden ister Vietnam’a gidilsin ister Mozambik’e her tür bilgi var. Buralara gidip görüp, oralar hakkında fikir edinip insanlara “Burası şöyle, orası böyle” gibi yorumlar yaptık hepimiz. Bir kez iki günlüğüne gördük diye birçok yeri tanıdığımızı sandık. Ben yurt dışında yaşamaya başlayınca anladım ki alakası yok. Daha önce 50 kez ziyaret etmiş dahi olsanız bir yere yerleştiğinizde “Ben buraya dair bazı şeyleri biraz olsun anlamaya başladım galiba” demeniz için dahi iyimser bir tahminle en az altı ay geçmesi gerekiyor. Üç beş günlük seyahatlerin doğasıyla o kadar farklı ki.
Uzatmayayım,
8-9 Mart tarihlerinde üçüncüsü yapılacak Sonar İstanbul’a uğramakiçin bazı nedenler…
Sonar İstanbul’un bu yılki kadrosunda Modeselektor Live performansıyla başı çekiyor. Alman techno ikilisi şubatta “Who Else” adlı dördüncü stüdyo albümünü yayınladı. Altı yıldan bu yana ilk kez canlı performanslar yapmaya da yine bu yıl başladılar. Görseller Berlin bazlı görsel tararım ekibi Pfadfinderei imzalı. Sonar, hatırlatmamız gerekirse, elektronik müzik ve teknolojiye odaklandığı kadar görselliğe de odaklı bir etkinlik. O bakımdan Modeselektor’ın canlı performansını destekleyen ve estetik sanatsal dillerini tamamlayan bu şova da değinmeden geçemiyorum. Avustralya doğumlu, çalışmalarını İzlanda’da sürdüren Ben Frost bir diğer önemli isim. Frost’un müzik çerçevesi deneyselden öte endüstriyel, apokaliptik gibi tanımları da hak ediyor. Frost’u bir neo-klasik besteci ve performans sanatçısı olarak da konumlandırmak mümkün. Diziseverler, onun Nordic gerilim serisi “Fortitude” için yaptığı müzikleri belki de hatırlayacaklar. Bu dizi Frost’a o kadar uyuyor ki anlatamam. Klasik enstrümanları ve sesleri kullanmaktan çekinmeden, kendine has “nordik” ortamlarda gezinen, tüyler ürpertici ve mutlaka tanık
Bristol’da doğup büyüyen, ancak ABD’de country ve soul söyleyerek tutunmaya çalışan Yola’nın ilk albümü “Walk Through Fire”, The Black Keys’den Dan Auerbach’in prodüktörlüğünde yayınlandı.
Albüm kapakları bize albümler hakkında fikir verir. Hiç sadece kapağına bakarak albüm seçtiğiniz ya da dinlediğiniz olmadı mı? Kapak bize bir şey anlatmaya çalışıyordur. Bir John Berger değiliz hiçbirimiz ama sıradan insanlar olarak mesajları analiz becerilerimizi de küçümsemeyelim. Bu mesajı almakla albüme bir adım yaklaşırız. Sonraki adım, albüm kapağının zihnimizde canlandırdığı ortamı müzikal olarak aramaktır.
İtiraf etmeliyim ki pek çok albüm kapağı o albümü yapan sanatçıyı güzel ve havalı göstermeye çalışmaktan öte anlam içermiyor.
Bir ara en fazla ‘80’lerin düşük bütçeli pop gruplarının albüm kapaklarına gülerdim. Daha sonra hair band’lerin kapakları neşe kaynağım oldu. Sonra indie müzik kapaklarının anlamlı olmaya çalışmaya kastıkça nasıl kendi kendilerinin karikatürü olmaya başladıklarına tanık oldum.
Son bir şans
Aslında albüm kapakları, demek istedikleri ve hikayeleri hakkında saatlerce konuşup sayfalarca yazabilirim ama bu yazının amacı size Yola’yı tanıtmak. İşe albüm kapağından
O2 Academy Islington konser salonunun önünde bir uzun kuyruk dolusu Türk, Duman konserine girmek için bekliyoruz. İçeri girenler hemen iki yandaki barlara doğru yöneliyor ve içeceklerini alarak sahnenin önüne doğru geçiyorlar.
Mekân iki katlı ve her nedense bana bir zamanlar Beyoğlu’ndaki rock barları hatırlattı. Duman’ın ilk adını duyurmaya başladığı yıllardaki şimdiden bakınca salaş, pis, eşyaları, dekorları daha mütevazı ama ruhu olan, tıklım tıklım insan dolu mekânlar.
Yaklaşık 1000 kişlik salon tıklım tıklım Türk dolu. İngiltere’yi temsilen (!) konseri izlemeye gelmiş bir iki kişi de olmasa 1999 yılının Beyoğlu’na ışınlanmış gibiyiz. Aynı ortam, aynı enerji. Ellerinde dolu bardaklarla birileri kalabalığı yara yara önlere girmeye çalışıyor. Birtakım kızlar Kaan’a bakarak çığlıklar atıyor. Her şarkıya eşlik eden birbirine sarılmış kalabalık genç grupları Müslüm Baba konserindeymiş gibi damardan katılım sağlıyor. Bara bir şeyler almaya gönderilmiş kurbanlar seslerini duyurmaya çalışıyor. Arkadaşını kaybedenler, kaybettiklerini bulanlar.
Duman ancak belli başlı büyük sanatçıların sahip olabildiği çok kemik, sadık bir kitleyle yürüdü. Öyle ki Duman konserleri neredeyse kapalı devre
Bu yıl 25 Nisan - 1 Haziran tarihleri arasına yayılan PSM Caz Festivali’nin basın toplantısı yeni caz kulübü Touché’de yapıldı. Kadroda değerli isimler var.
Touché, Zorlu PSM’in içinde, Studio’ya doğru giderken sağdaki bara gelmeden hemen gözünüze çarpacak. Klasik caz kulüplerinin tasarımından ilham alınarak dekore edilmiş. Her biri sahneye bakan, loş bir ortamda üzeri abajurlu küçük masalara oturarak müzik dinlenecek bir yer. Burası aynı zamanda bu yılki PSM Caz Festivali’nin sahnelerinden biri olacak. Uzun ömürlü olmasını dilerim.
Maymun iştahlıyız. Hemen beğenir, hemen sıkılırız. Bir yer açılır, koşarak kapısında kuyruk oluruz. Kuyruk uzarken “orası da çok bozdu”lar başlar. İki ay sonra bir bakmışsınız mekan terk edilmiş. Herkes yeni açılan mekanın kapısında kuyruk olmuş. Bizim huyumuz böyle. Ama bazı şeyler var ki sıkılmıyoruz. Bugün pop müzikten bile sıkıldık. Satmıyor, dinlenmiyor, pop çalan televizyonlar kapıya kilit vuruyor. Ama caz müziği şaşırtıcı derecede popüler. Bakın, İKSV Caz festivali var. Akbank Caz Festivali var. Garanti Caz Yeşili konserleri var. Bozcaada’da caz festivali yapılıyor. Afyonkarahisar Caz Festivali var. Bodrum Caz Festivali var. İzmir’de İzmir Avrupa
Kendini aşkı için feda eden pop star modeli ufaktan tarih oluyor. Yeni pop star, ilişkinin öncesini değil sonrasını anlatıyor; “E kavuştuk da noldu yani” tadındaki yeni albümü “thank u, next”te Ariana Grande’nin yaptığı gibi mesela.
Pop dediğin şöyle olur böyle olur gibi kesin yargılardan kaçınmamız gereken bir dönemdeyiz. Bu ve bunun gibi hazır açıklamalar ve ezbere yargılar hep sallantıda bugün. Ariana Grande’nin yeni albümünü dinlerken ilk izlenimlerimden biri bu, çünkü burada dinlediğimiz eller havaya, neşeli mutlu, coşturucu bir albüm değil. Düğününüzde çalmazsınız bu albümü. Hayli “moody”, yer yer karamsar, hayatı olduğu gibi kabul eden, realist mesajları olan bir albüm bu. Duygusallıkları var, yok değil, ama “senin için ölürüm”ler seviyesinden uzak. İlişkilerden bahsediliyor ama ergen duygularıyla değil. Yetişkinlerin dilinden ve gözünden. Acı tatlı bir olgunluk.
Albümün genel çizgisini özetliyor
Ariana Grande bugün kimilerine göre dünyanın bir numaralı pop yıldızı. Henüz 25 yaşında olduğundan olgunlaşmış, olgunluk dönemi albümü yapmış da diyemeyiz. Ama yeni bir döneme girmiş. Bu dönem, şu ara pek ortalıkta görünmeyen Rihanna’nın “Anti” albümüne benzer bir dönem. Güzel sesli
Anna Delvey’ye ait Instagram hesabında bir sürü pahalı yemek, giysi ve mekân fotoğrafı var. Hepsi bol efektli, öyle göstere göstere değil, belli belirsiz fotoğraflar. Yani çok çok pahalı bir otelin çok çok pahalı bir süitinden bir kare mesela. Buranın o mekân olduğunu ancak burayı tanıyanlar anlayabilir. Ya da bir çok mühim açılıştan bir kalabalık detayı. Sadece orada olanların ayırt edebileceği şekilde konulmuş. Bir otelin penceresinden görülen bir sokak, bir terasın ardında uzanan uçsuz bucaksız -elbette bol filtreli- bir şehir. Bir teknenin kıçından görülen sahil. Gecenin derinliklerinde çekilmiş bir parti fotoğrafı. Uçak penceresinden görülen bir yarımada. Bir tablo. Bir bahçedeki peyzaj çalışması. Şaşkın bakan bir selfi. Bir iç çamaşırı detayı. Palmiyeler, bir graffiti, muhtelif insanlarla muhtelif ortamlarda verilmiş samimi pozlar. Bu görseller, bu hesap “anlayana” hazırlanmış. Bir hedef kitlesi var.
Öte yandan, kendine hayran her Instagram sakininin hesabında görebileceğiniz bir çift stilettolu ayak detayı. Aynadan yansıyan “Büyüleyici görünüyorum” tadında bacak ya da omuz detayları.
Ustaca hazırlanmış bir sahteliğin gerçek görsel kanıtları, yine son derece gerçek bir