Amerikalı şarkıcı, besteci Sharon Van Etten son albümü “Remind Me Tomorrow”u ve "The OA" dizisindeki rolünü anlatırken konu anne olmaya da geldi.
Londra’nın hip otellerinden The Ace Hotel’in lobisindeki uzun büyük masanın etrafında 30 kadar bilgisayar açık, kulaklıklar takılmış gözler ekranda. Otel lobisi değil sanki NASA kontrol merkezi. Az sonra uzaya mekik gönderecekler…
Ama hayır, sıradan bir günmüş. Bloggerlar ve online iş güç erbabı burada çalışmayı seviyormuş. Çok gözde bir yermiş bu lobi. Londra’nın özellikle Türklerin pek sevdiğini anladığım Shoreditch bölgesinin kerametine ben henüz vakıf olamasam da ortam güzel hakikaten. Bir gentrification atmosferi, bir post hipsterlık sokaklara yayılmış. Otelin kapısından girip lobiye kadar ulaşmış. Sharon Van Etten’ı bekliyoruz. Önceki gün Roundhouse’da şahane bir konser verdi, benimle görüştükten sonra Amsterdam’a uçacak. Avrupa’nın hemen ardından ABD’de turnesine devam edecek. Ocakta yayınlanan yeni albümü bir öncekinden beş yıl sonra geldi. Arada psikoloji eğitimini devam ettirdi, anne oldu. “Strange Weather” adlı film için müzik besteledi. Netflix’te merak edilen ikinci sezonu gösterime giren ve dünya çapında kendine has bir
İngiliz baharı zor geliyor, geç geliyor. Ama tam umudu kesmişken, soğuktan donmuşken imdada yetişmek gibi bir özelliği var. Bugünlerde havalar güneşli, o yüzden yüzler gülüyor.
Komşu Steve geçen hafta çocukluktan beri gittiği pub’a davet etti. Yerel lezzetlerden tadıp sohbeti koyulaştırdığımızda, “Burada nisandan önce pek baharı bekleme. Nisanda da yağmurlu olur, bir soğur, bir ısınır ama en azından güneş ufaktan yüzünü göstermeye başlar” dedi. Olsun o da yeter.
Hakikaten tam da söylediği gibi. Ben bu yazıyı yazarken günlük güneşlik, manolyalar çıldırmış, ağaçlar tomurcuklanmış, erikler, elmalar ve benim adını henüz bilmediğimi türlü türlü rengârenk çiçeklenmiş çalılıklar Cemal Süreya’nın dizesindeki gibi insanın yolunu kesiyor.
Kulağımda size bahsetmek istediğim albümler, önümde gazeteler, yazmak istediğim konular, kitaplar, bir yandan bilgisayara düşen haberler, içim pır pır, yazımı yazmaya oturdum. Ama ne yazacağım bugün bilmiyorum.
Aslında size buradaki antika ve eski eşya çılgınlığından söz edecektim. Şu an alakasız geldiğini biliyorum. Şu an her şey alakasız gelebilir. Hayır, öyle bitpazarı falan değil. İnternetteki paylaşım gruplarından, buralarda yaşanan ikinci el
Türkçe rap’in başarılı beatmaker’larından Farazi: “Aklımın erdiği zamanlardan beri rap dinliyorum. Sanırım ilk defa kalite olarak güncele bu kadar yakında duruyoruz ama içerik ve vizyon sorunlarımız var”
Gerek piyasa şartları, gerek dinleyici alışkanlıkları sebebiyle albüm yapmanın zorlaştığı, bilhassa tercih edilmediği bir dönemde, tüm içeriği, sound’u, konu ve konseptiyle yine bir bütün olarak hazırlanmış bir albüme imza atmak benim için oldukça önemli” diyerek Farazi, aslında sadece “Şehir FM” albümünü değil, müziğe yaklaşımını da açıklamış oluyor.
Türkçe rap son dönem çok dillendirilen yükselişini, ön planda olan MC’ler kadar kendine has tarzları ve müzik kültürleriyle çalışan beatmaker’a da borçlu. Müziğe yeni bir seviye ve kalite getiriyor, orijinal altyapılarıyla müzik birikimlerini ve kültürlerini rap’e yansıtıyorlar. Türkiye’deki pek çok değerli beatmaker arasında Farazi şu anda hem parçası olduğu 90 BPM’in “Şehir FM” albümü, hem “RUSTIQUE” isimli kişisel enstrümantal EP çalışması hem de Amerikalı rapçi Chuuwee ile ortak işi “iLL” ile radarımızda bu hafta.
- “Şehir FM” albümü hakkında neler anlatmak istersin?
Albümün tüm vokal kayıtları ve aralardaki çeşitli
Önce etçiler sökün etti. Görgüsüzlük tabandan değil yukarıdan geldi. Zenginler, meşhurlar örnek oldu. Üzerlerine “Bu et bilmem ne dizisindeki oyuncunun malı ve burada bekletiliyor” yazan etleri butları yemek salonuna yaptıkları camekânlı dolaba astılar ki herkes görsün. Çünkü görgüsüzlük kendine saklayınca yavan. Paylaşılınca görgüsüzlük oluyor. O camekânlara baka baka yediler etlerini.
Kupkuru, kaskatı (görgüsüzlerimiz etin tahta gibi olana kadar pişmişini seviyor) etleri köfteleri baharatlayıp baharatlayıp koydular tahta masalara. Vitrinine iki tane et asan “Etlerimiz özel olarak Balıkesir’den geliyor, haftalarca bekletiyoruz” kalıbını ezberleyen her esnaf Kısm-et, İsm-et, Ahm-et, Fikr-et diye markalaşma yarışına girdi. Memlekette normal kasap kalmadı. Herkes et danışmanı oldu.
Son yılların en büyük ihracat ürünü, “çiğ etleri tokatlayıp mıncıklayarak şov yapan adam”ımızla gururlandık. Görgüsüzlük ilk kez bir endüstriye dönüşüyordu. ”Yemek nimettir, oyun olmaz”dan gelinen nokta ayrıca göz yaşartıcıydı. Ama tabii görgüsüzlük olduğu yerde kalmıyor. Devamlı gelişiyor. Bu defa halkımız et sever zenginlerimize okkalı yanıtlar vermeye başladı.
Bu yanıtın ilk izlerini “sunumcu”larda
İkinci uzunçaları MUAF’ı yayınlayan Aga B: “Müziği çok seviyorum ama kendimi işin daha fazla söz tarafında görüyorum. Sözü en iyi şekilde telaffuz etmeye ve aktarmaya çalışıyorum”
Aga B ile Skype üzerinden görüşüyoruz. Stüdyoda provadalar. “Üç ayda bitirmeyi planladım ama bir sürü aksilikten sonra bir buçuk yıla yayıldı” diye anlatmaya başlıyor yeni albümü MUAF’ı. Sony Music’in yan şirketi Basemode’dan yayınlanan MUAF’ta yer alan şarkılar bir önceki 2016 tarihli “Al, Bum”a göre üslup ve beat’ler açısından çok daha oturmuş, ne yaptığını bilen bir yerde. “Farklı zamanlarda farklı yerlerde kaydedilen şarkılardan oluşuyor. Aslında bir albüm bütünlüğü içinde kaydedilmiş bir prodüksiyon değil” dese de Aga B’yi (Burak Yelman) dinleyen herkes için onun insanı ağır aksak beat’lerle ele geçiren, derdini mırıldanır gibi ama güçlü sözlerle ifade eden tarzını tanır. Albümdeki estetik bu çerçevede ve dinleyen için bütünlük tam.
“Kafi” ve Ezhel ile birlikte kaydettikleri “3500” albümün lo-fi, caz, breakbeat esintili beat’leriyle dikkat çeken iki şarkısı. “Bir gün albüme neyi alalım falan diye konuşurken çıktı ‘3500’. Benim hazır bir verse’üm vardı. Haydi o zaman deneyelim şöyle bir de nakarat
Önce nefretle doluyorum. “Eğer tek bir çocuğa bile yan gözle bile baktıysa yattığı yerde huzur bulmasın” diyorum.
Sonra, “Michael Jackson dediğimiz zaten babası tarafından maddi manevi kullanılmış, öldükten sonra bile kullanılmaya devam edilmiş bir kurban” diyorum. “Kendisi mağdur zaten” diye düşünüyorum.
Ardından, “Ne mağduru canım, böyle mağdur mu olur, mağdursa da mağdurluğunu bilsin o zaman herkes mağdurum der, kimsenin hiçbir şey için hesap vermesine gerek kalmaz” diyorum. Derhal öfkeleniyorum.
Sakinleşince, “Ama bu adam bu davalardan hep beraat etti” diyorum. “Ortada yasal bir karar falan yok ki” diyorum. Sonra “Biz ne beraatler gördük aslında yoktular” diyorum. Ardından, “Yahu mahkemeye inanmayacaksak, hayatımıza nasıl devam edeceğiz?” diye iyice sinirleniyorum.
Biraz sonra, “Acaba paranın ve şöhretin açamayacağı kapı kaldı mı bu dünyada?” diye söyleniyorum. “Her şeyin bir fiyatı var mı, bu doğru mu?” şeklinde retorik sorularla kendimi dürte dürte yeni bir öfke nöbeti tarafından ele geçiriliyorum.
Ardından, “Pardon ama bugünün yeni dalga belgeselciliğini hiç mi tartışmaya açmayacağız?” diye konuyu (ve siniri) başka yere çeviriyorum. İçinde kan, para, skandal, işkence, taciz,
Türkçe rap’in klasikleşmiş isimlerinden Fuat yeni albümü “Omurga”yı anlattı. İki bölümden oluşan 24 şarkılık albümün 12 şarkılık ilk volümü dijital plattformlarda yayınlandı.
Fuat, 2011’den bu yana üzerinde çalıştığı yeni albümünü anlatıyor. Son albümü 2009 tarihli “Kalbüm”ün üzerinden 10 yıl geçmiş. 2011’den itibaren yeni albüm çalışmaları başlamış. Ancak albüm bir türlü yayınlanacak olgunluğa gelememiş. Bunda bireysel tersliklerin (Amsterdam’daki stüdyoda yaptığı şarkıların kanal kayıtlarını alamaması bunların bir bölümünün çöpe gitmesi) ve “toplumsal” tersliklerin rolü var. 2013’ten bu yana yaşanan şiddet olayları bombalar, terör, Suriye’deki durumun ülkeye olumsuz etkileri, şu bu derken albümün tamamlanması 2018 Kasım’ı bulmuş. Yayınlamak için baharı beklemişler. İşte 2019 Mart’ında albüm sonunda yayınlandı. Önce dijital platformlarda yayınlanan “Omurga” iki volümlük bir albüm. Toplam 24 şarkıdan oluşuyor. İlk 12 şarkının olduğu ilk albüm yayında. Diğeri de yıl içinde bir süre sonra yayınlanacak. Albüm plak olarak basılacak.
Berlin SAE ve İstanbul Babajım Stüdyoları’nda kaydedilen bu albümde Fuat yerli yabancı pek çok genç isimle çalışıyor. Almanya’dan Gris, Taktloss;
Uçak Londra’ya doğru alçalmaya başladığında ön sıralarda her zamanki gibi bir Ankara Anlaşması kaynaşması yaşanıyordu. Şu son dönemde sık gidip gelenler sanırım fark etmişlerdir. Ben de bu yeni nesil sosyal fenomeni İngiltere’de yaşamaya başladıktan sonra fark ettim. Uçakta mutlaka Ankara Anlaşması konusu açılıyor. Bu İngiltere’de yaşayan Türkler arasında müthiş bir “small talk” mevzuu.
“Sizin avukatın adı neydi?” “Biz kazık yedik de güvendiğiniz birisi var mı?”
“Hangi formu doldurdunuz?” “Bize şöyle dediler, size ne dediler” “Siz şeyin şeyini nasıl faturalandırıyorsunuz?” Herkes uzman olmuş, birbirine akıl veriyor.
Türk avukatların İngiltere’ye gelen Türkleri kazıklaması meşhur bir konuymuş. İngiltere’ye gidiyoruz dediğimizde de bize söylenen ilk şey şuydu: Türklerden uzak durun. Türklerle iş yapmayın. Kazık yersiniz. “Hadi canım yok artık” dedik. Moralimiz bozuldu. Ankara Anlaşması’yla ilgimiz olmadığından, avukat kazığı yemedik ama terziden bir kazık yedim. Mahalledeki terzi Türk’müş. Bir perdeyi yeni ölçüye göre küçültmeye normal tarifenin iki katı ücret almış bizden. O kadar da muhabbet etmiştik halbuki.
Uçakta gündem yoğun. Konuşmaların ortasında kalsam da dâhil olamıyorum pek.