David Hockney, 2019’da Normandiya kırsalında basit bir köy evine taşınmış. Amaç 2020 baharını izlemek ve resimler yapmak. Hiç rahatsız edilmeden, her gün sabahtan akşama tek gündemi tomurcuklanan ağaçları, bahar yaklaştıkça sırayla renklerini, şekillerini gösteren çiçekleri gözlemlemek, filizlenen bitkilerin macerasını renkler tuvalinde kayıt altına almak. 82 yaşındaki, İngiltere’nin en önemli sanatçılarından biri için gayet anlaşılabilir bir proje.
Tablolar o kadar primitif, o kadar basit ve doğa odaklı ki insan çocukların çizdiği resimlere benzetiyor. Aynı naif ve minimal bakış açısı.
Bu tabloların bir diğer özelliği, sıradan, standart tablolar olmamaları. Tuval dedim az önce ama ortada bir tuval de yok. Resimler iPad’de yapılmış. Fotoğraflar çekilmiş, fotoğrafların üzerine Hockney renkler ve desenler çalışmış. Olabildiğince minimal bir yaklaşımla Fransız kırsalında baharı resmetmiş.
Ortaya çıkan 116 tablo Royal Academy of Arts’da sergileniyor. Geçenlerde yolum düştü, içeriye daldım. Bir yandan
Dakika bir gol bir, sandviçi martı kaptı. Martı çeteleri işin uzmanı olmuş. Sahile yeni gelenleri gözlüyorlar. Üçü beşi yerden yaklaşırken dikkat dağıtıyor, diğeri tepeden pike yapıp sandviçi tak diye çekip alıyor. Organize işler.
Örtümüzü serdik, oturduk rüzgârın savurduğu kumlara ve aç martılara karşı verdiğimiz onurlu mücadelemiz bir süre sonra meyvelerini vermeye başladı. Ayakkabıları, su şişelerini ve çantaları dört bir yanına koyunca örtü sakinleşti. Martılar da bizim akıllandığımıza kanaat getirince yeni gelenlere doğru süzüldüler. Sert rüzgârda havada kanat çırpmadan hareketsiz durup keskin gözler ve fıldır fıldır dönen kafalarıyla ortamın haydudu olmuşlar. Kedi, köpek olmadığından, martılar kontrolü ele geçirmiş.
Burası Rye sahilindeki Camber Sands. Adeta bir kum diyarı. Londra’ya yakın sahiller arasında en kumluk, aileyle çoluk çocuk gelinebilecek en doğru yer olarak geçiyor. İnternete inanırsanız tabii. Ben pişman olmadım. Kumda çocukla hayat çok
"Caz popüler olmak için doğmadı" diye bir cümle kurdu konuşmacılardan biri. Galiba cazla ilgili söylenebilecek en anlamlı sözlerden biri bu. Caz popüler olmak için doğmadı. Küçük kulüpler, mütevazı ustalar, anlık performanslar...
Tesadüflere, doğaçlamalara, şartların getirdiğine her zaman hazır olmak demek biraz da caz. Ve içinde bulunduğum mekân ve dinlediğim konuşma tam da bu söylediklerimle örtüşüyor. Hampstead Jazz Club küçücük basık bir bodrum katı. Sahnesine bir kuyruklu piyano, davul ve belki iki kişi daha ancak sığabilir.
Caz teknik olarak dünyadaki en popüler müziklerden biri ama çoğu zaman arenalardansa böyle küçücük samimi mekânlarda daha heyecan verici olmasının nedeni belki de başta bahsedilen saptamadır.
Başucu plağım
Cazla ilgim dinleyici düzeyinde. Profesyonel olarak çok yakından takip ettiğim bir sahne değil ama kalpten bağlı olduğum sanatçıların, sound’ların, büyülü anların ve albümlerin müziği benim için caz. Hayran olduğum,
Ministry of Sound, Thames’in güney kıyısında bulunan Elephant & Castle’da, Gaunt Street’te 1991’de açıldı. O dönem New York’ta çoğalan hangar tipi büyük, yüksek tavanlı endüstriyel gece kulüplerinden ilham alınmış. Açık bir alanı da mevcut. Aynı dönemde 1993’te mesela 2019 açılmıştı İstanbul Maslak’ta. Biraz daha sonra 90’ların sonlarına doğru Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’nın arka tarafında gene hangar tipi Magma’yı bilmem kaç kişi hatırlar. Hippro (Alev ve Ateş Tezer) sanırım 2000’de ya da öncesinde devretmişti burayı. Sonra Milk adını aldı. Ardından da bir performans sahnesi ve club olarak İndigo hayat geçirildi burada...
Ministry of Sound aynı dönemin öncü kulüplerinden. Dünyada ve İstanbul’da da gece hayatının hızlandığı, hayli değiştiği bir dönemin mekanlarından. Bu mekanların isimlerini telaffuz etmek dahi (sonrasında Hip ekibi Switch’i açtı ve bir süreliğine burası İstanbul’un en popüler gece mekânı oldu) kaçınılmaz bir şekilde nostalji
Pandemiden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hayat normale dönmeyecek deniyordu. Bunu ilk dakikadan itibaren ezberlenmiş bir tepkiyle hararetle savunanların dahi neden bahsettiklerini tam olarak bildiklerini sanmıyorum. Çünkü bu durumu kavramak için bugünlere gelmemiz gerekiyordu.
Hayat normale döndü ama yeni bir normal inşa olundu artık ve o ‘yeni normal’e dönüldü. Pandemi öncesindeki psikolojimizi kaybettik artık. Başka insanlarız. Tıpa tıp aynı şeyleri yapacak dahi olsak bıraktığımız yere dönmemiz mümkün değil. Yeni bir normal var ve ne dersek diyelim bu normale de daha alışamadık.
İngiltere’de 19 Temmuz itibarıyla hayat normale döndü. Her yer açıldı. Konserler festivaller başladı. Sinemalara gidilebilir. İngilizler için en önemli mekân olan pub’lar açık. Maske zorunluluğu bile tek tük kaldı. Kimse kimseye maske uyarısı dahi yapmıyor. E peki hayat neden normale dönmüyor?
Eğitim bütün dünyada en büyük darbeyi alan kurumlardan biri oldu. Eğitim kısmen ya da tamamen durmuştu şimdi yeniden
Twitter’da bir anne “oğlum benden habersiz aşı olmuş, hem de ikinciyi olmuş” yazmış. “Kayıp yetişkinlik” işte tam bu
İngiltere’de aşı karşıtı gösterilerde el üstünde tutulan Kate Shemirani adında bir hemşire var. El üstünde tutuluyor, çünkü eski bir NHS (Ulusal Sağlık Hizmeti) çalışanı olması aşı karşıtlarını çok heyecanlandırıyor olmalı: “Bakın içimizde hemşire var.” Milyonlarca doktor aşı olun diyor ama olsun; “İçimizde aşı karşıtı bir (sayıyla 1) hemşirenin olması çok önemli! Biz hemşireyi ciddiye alıyoruz.”
“Kayıp gençlik” diye bir klişe vardı eskiden. Hesapta ‘yoldan çıkmış’ gençleri tarif etmek için yetişkinlerin kullandığı popüler bir klişemizdi. 2021 itibarıyla artık kayıp yetişkinler var. Çocuklar değil anne babalar kayıp. Kendilerine ulaşılamıyor. Üstelik tek tük de değil çeşit çeşit kayıp anne babalar. Aşı karşıtları var, “dünya düz”cüler var, “uzaya hiç gidilmedi aslında”cılar var...
Ne güzel formattı değil mi? Başarılı olmak, sesini duyurmak isteyen bir sürü genci topla, onların bu enerjilerini, hayallerini format haline getir harca. Hem rating’ler coşsun hem de gelsin paralar.
İtiraz eden, “ama bir dakika bu insanları resmen kullanıp atıyorsunuz” diyen herkese de “biz star yaratıyoruz, gençlere seslerini duyurabileceği bir platform sunuyoruz, halk oy veriyor” masalını anlat.
Samimiyetsizlik şovu
Star yarışmaları ya da yetenek yarışmaları ya da adına bugünlerde ne deniyorsa, bugün bildiğimiz formatla 2000’lerin başında hayatımıza girdi. 1950’lerden bu yana Batı televizyonlarında belli yarışmalar yapılıyordu ama bu konseptin ana akım bir televizyon malzemesine dönüşmesi ve altın çağını yaşaması 2000’lerin başında Popstar, Pop Idol, X Factor ve daha nice isim altında düzenlenen yarışmalarla başladı. Bu yeni bir formattı. Gelişkin televizyon yayını olan bütün ülkelerde franchise sistemiyle hayata geçirildi ve düzenleyenleri çok zengin etti.
Yapımcılar ve jüriler büyük paralar, şan ve şöhret kazandı.
Bilgisayar istemiyoruz tipi kafelerde telefona bakabiliyor muyuz? Yoksa kâğıt mı arzulanıyor? Bir saat süreyle bilgisayarda çalışmak yerine kitap ya da gazete okumaya izin var mı? Bunu alışkanlık haline getirirsek “burada gazete ve kitap okumak yasak” tabelası da gelebilir mi?
Kafamda böyle sorularla bilgisayarımı kapatıp gizlice çantama koydum ve önümdeki kahveyle bakışmaya başladık. Buraya çalışmaya gelmiştim ama şu anda bunun için suçluluk hissediyorum. Banka soymaya gelmiş, “banka soymak yasak” tabelasını görünce silahını gizlice cebine sokan soyguncu gibi şu an niyetimi belli etmemeye, bir gören varsa da unutturmaya çalışıyorum. Bilgisayar yasak madem duvara mı bakayım? Tanımadığım insanlarla mı sosyalleşeyim?
“Merhaba ben çalışmaya gelmiştim ama yasak olduğundan şu anda işim olduğu halde bilgisayarımı açıp bakamayan ve önümdeki kahveyi kös kös içmeye mecbur, bu süre içinde de muhtemelen boş boş telefona bakacak birisiyim. Çünkü bunu yapmama izin var. Siz nasılsınız? Bilgisayarla çalışmanın