David Hockney, 2019’da Normandiya kırsalında basit bir köy evine taşınmış. Amaç 2020 baharını izlemek ve resimler yapmak. Hiç rahatsız edilmeden, her gün sabahtan akşama tek gündemi tomurcuklanan ağaçları, bahar yaklaştıkça sırayla renklerini, şekillerini gösteren çiçekleri gözlemlemek, filizlenen bitkilerin macerasını renkler tuvalinde kayıt altına almak. 82 yaşındaki, İngiltere’nin en önemli sanatçılarından biri için gayet anlaşılabilir bir proje.
Tablolar o kadar primitif, o kadar basit ve doğa odaklı ki insan çocukların çizdiği resimlere benzetiyor. Aynı naif ve minimal bakış açısı.
Bu tabloların bir diğer özelliği, sıradan, standart tablolar olmamaları. Tuval dedim az önce ama ortada bir tuval de yok. Resimler iPad’de yapılmış. Fotoğraflar çekilmiş, fotoğrafların üzerine Hockney renkler ve desenler çalışmış. Olabildiğince minimal bir yaklaşımla Fransız kırsalında baharı resmetmiş.
Ortaya çıkan 116 tablo Royal Academy of Arts’da sergileniyor. Geçenlerde yolum düştü, içeriye daldım. Bir yandan resimleri incelerken, bir yandan da bunların tamamının bir iPad ve ücretsiz bir uygulama kullanılarak yapıldığını düşündüm.
Hockney “Brushes” adlı ücretsiz uygulamayı kullanmış. Elbette kullandığı renk ve fırça paleti gerçek hayattakiler kadar çeşitli ve yaratıcı değil. Neticede bir uygulamanın imkânlarıyla sınırlısınız. Tablolar 1.5 metreye 1.5 metre büyüklüğünde ve üzerlerinde tek gram boya yok. Gerçek fırça kullanılmadığından fırça izi yok. Otantik, yaratıcısının izini taşıyan hiçbir şey yok bu tablolarda. Her biri birer baskı. Bazıları cidden ucuz röprodüksiyon gibi görünüyor. Müzelerin hediyeliklerin satıldığı dükkânlarındaki reprodüksiyonlara benziyorlar.
Bu bir sanat eseriyse gerçeklik/otantisizim/orijinallik arayışımız nerede olmalı? Resim hangisi, bu baskı mı? iPad’deki belge mi? Hockney için bu çalışma hayli pratik olmuş o kesin ama beraberinde sorular getiriyor. İnsan bu tip bir çalışmayı kendisi yapıp evinin duvarına assa sorun olmayacak belki ama Royal Academy of Arts’ta sergilenince eleştirmenler sorular soruyor.
Açıkçası, ben de, eleştirmen olmamama rağmen, tamamen tesadüf eseri kendimi bir anda içinde bulduğum bu sergiden kafamda sorularla ayrıldım.
“Bu sanat mı?” sorusu çeşitli ortamlarda ve yüzyıllarda o kadar çok sorulmuştur ki sanat tarihinde ve neticede “Evet, bu sanat” noktasına o kadar çok gelinmiştir ki peşin hükümlü olmamaya karar verdim.
Sorgulanan elbette Hockney’nin yeteneği ve sanatı değil, iPad’de ücretsiz bir uygulama kullanılarak sanat üretilip üretilemeyeceği. “Bunu herkes yapabilir” cümlesi sanat çevrelerinde pek sevilmeyen bir cümledir. Ama bana kalırsa, DJ’ler ve elektronik müzik ilk çıktığında, rock ya da caz müziği de doğuşu sırasında aynı sorulara maruz kalmıştır.
Neticede “DJ’ler müzisyen mi?” diye bir tartışma 2000’lerin ortalarına kadar hâlâ vardı bazı çevrelerde (sanki bunun bir önemi varmış gibi).
Her şey çok hızlı değişiyor. Değişime bazen ayak uydurulabiliyor, bazen de değişim bizi ezip geçiyor. Müziğin beni götürdüğü yere her zaman koşarak giderim ama resim ya da başka sanat dallarında, yani çok hakim olmadığım alanlarda değişime ayak uydurmakta zorlanıyorum.
Pop, metal, punk, rock dinleyerek başladığım müzik dinleme kültürüm caza, klasiğe evrildi, bugün drill’den techno’ya, grime’dan reggaeton’a kulağım her yeniliğe açık ama hâlâ National Gallery’deki Monet’lere, Van Gogh’lara bakmayı, Tate Modern’a ya da Hockney’nin iPad skeçlerine tercih ediyorum.
Öte yandan, ilk mağara resmini yapan sanatçının karşısına geçip elindeki hayvan budunu kemirirken “Bu sanat mı şimdi?” diyen adamın durumuna düşmek de istemiyorum.
Royal Academy’nin kafesinde böyle notlar almışım. Sanatın güzelliği, şartlar ne olursa olsun, nerede olursanız olun, dünya ne kadar çılgın olursa olsun, insana notlar aldırması zaten.