"It’s Coming Home / Eve dönüyor” Euro 2020’nin İngiltere’deki sloganıydı. Futbolun bir İngiliz oyunu olmasından hareketle kupanın anavatanına döneceği üzerine kurulu hayli duygusal ve İngilizleri harekete geçiren bir slogan bu.
İlk maçtan bu yana sokak röportajlarında radyo şovlarında, sadece spor programlarında değil her yerde ama her yerde “Kupa eve dönüyor mu, ne düşünüyorsun?” sorusu halka soruldu. İnsanların bu konuda hayli inançlı olduğunu ben hem medyadan hem de sokakta gördüğüm insandan anlayabiliyorum.
Bizim Milli Takım varlık gösteremedi, sıfır puan ve sıfır golle döndü ve tartışılan tek konu Euro 2020 için bestelenen şarkıların içeriğiydi. Birkaç şarkı dinledim ya kuru bir saldır/parçala edebiyatı vardı ya da içeriği tam net olmayan bir kaba milliyetçi söylem söz konusuydu. Futbolla, sporla, uluslararası bir organizasyona katılmanın coşkusuyla, güzelliğiyle ilgili değildi hiçbir şarkı. Zaten ne halk tarafından sahiplenildiler ne de tribünde bir karşılıkları oldu.
Birlik
Geçen bir yılda dünya çapında pandemiden en büyük golü yiyen kesim hiç şüphesiz müzisyenler ve müzik sektörü oldu. İngiltere, müziğin dev bir ekonomi oluşturduğu ülkelerden. 2020’de rekor büyümeyle 5.8 milyar pound’a yükselen müzik gelirleri ki bunun en az 1 milyarı konserlerden geliyor, pandemide rekor ölçüde küçüldü. Kesin rakamlar henüz açıklanmamakla birlikte sektörün gelirlerinin yüzde 65 oranında azaldığı belirtiliyor. 200 bin istihdam bulunan bu sektörde konser ve festival emekçileri tek bir kuruş kazanmadılar bir yıldır.
Bu yaz yapılacağı öngörülen festival ve organizasyonların da Delta varyantıyla zora girdiği konuşuluyor. Yani pandemi ufak ufak gidiyor ama etkisi kalıcı.İngiltere’de tamamen normale dönüş Temmuz ayında gerçekleşecek gibi duruyor ancak konserlerin akibeti net değil.
Durum buyken BBC, yani halkın vergileriyle yayın yapan yayın kuruluşu, bir bakıma bizim TRT’nin dengi, boş durmayalım dedi ve bir dizi seyircisiz konser için
78 yaşında ölen İtalyan şarkıcı, dansçı Raffaella Carra’nın ünü sınırları aşarak birçok ülkeye ulaşmıştı. “Canzonissima” adlı şovu TRT’de yayımlanan Raffaella Carra, Türkiye’de bir TV starı olarak tanınıyordu
Aktris, şarkıcı, dansçı, şov insanı ve televizyon karakteri Raffaella Carra önceki gün 78 yaşında hayatını kaybetti. Danslı, müzikli şovlarıyla tanınan Carra, bir televizyon starı olmanın yanında bir dönemin “güçlü kadın” sembolüydü.Raffaella Carra ülkesi İtalya’da çok sevilen, 70’lerden günümüze kadar uzanan uzun bir kariyere sahip çok tanınmış bir karakterdi. Ama ünü sınırları aşmış, Türkiye de dahil pek çok ülkeye ulaşmıştı.
Sembolik kişilik
Bu yönüyle bir halkın, ulusun ya da bir kuşağın belleğinde yer etmiş sembolik kişiliklerden biriydi. Hani bir zamanlar televizyonlarımızda şarkıların, türkülerin eksik olmadığı, dönemin en ünlü isimlerinin konuk alındığı, skeçli, sürprizli, yarışmalı, şimdi nostalji nesnesi haline gelen
Kahvaltı üzerine çay/kahve içerken sosyal medyada gezinmek artık insanlığın ortak sabah ritüeli. Gözler telefonda, el kahvenin kulpunu aramakta. Timelime aşağılara doğru kayarken paylaşımlar, paylaşımlar, paylaşımlar...
Nietzsche aforizmasına gözüm takıldı. Altında 90 tane yorum var. Herkes çok beğenmiş ama küçük bir detay var Nietzsche’nin böyle bir lafı yok.
Cemal Süreya şiirleri paylaşmışlar, binlerce like var. Bir detay atlanmış, Cemal Süreya’nın böyle bir şiiri yok. Ama olsun, paylaşım güzel.
Eski Çengelköy, 1880’ler diye bir fotoğraf paylaşılmış, altına ne yorumlar, ne yorumlar... Burası Çengelköy değil Arnavutköy; 1880’ler değil 1930’lar ama olsun, hepsi Boğaz neticede ve 50 yılın lafı olmaz.
Birisi kar kaplanı diye bir resim paylaşmış; doğa harikası, ne kadar güzel, yorumlar yıkılıyor, binlerce like. Kar kaplanı diye bir şey yok, fotoğraftaki hayvancağız pet olarak satılsın diye genetiğiyle oynanmış bir beyaz kedi. Ne doğal, ne de karla alakası var. Olsun, sabah kahvaltısında kar kaplanı gördük, ne güzel
Londra’da Harringay taraflarına yolunuz düşerse büyük bir şaşkınlık geçirebilirsiniz. Ben geçirdim. Açıkçası, Türklerin yoğun olarak yaşadığı başka bölgeler de var burada ama hiçbiri Harringay kadar Türkiye’ye benzemiyor. Berlin dışında herhangi bir yerde bu kadar Türkiye bir yer yoktur sanıyordum.
Harringay’e kebap yemek için gittik. Kızım Türk yemeklerini yesin, öğrensin istiyorum. Türkiye’de olsaydık böyle bir sorunum olmayacaktı ama burada bunun için özel çaba göstermek lazım. Yurt dışında yaşadığınızda bazı şeyler için ekstra çaba göstermek zorundasınız. Geçenlerde “Lahmacun nedir baba?” dediği anda kendimi çok kötü hissettim, can havliyle “Kalkın kalkın, kebapçıya gidiyoruz” diye ahaliyi arabaya doldurdum, soluğu Antepliler’de aldık.
Antepliler, Londra’nın en meşhur kebapçılarından biri. Gitmeden önce pek çok kişiden duymuştum ama pandemi şu bu derken, ilk kez gidebildik.
Mekânı ararken, kendimi bir an için gazeteden
Sagopa Kajmer bir süredir hayli aktif. Geniş bir dinleyici kitlesi olduğunu biliyorum ve bazen o kitleyi eğitmeyi, dinleyici olarak daha üst bir seviyeye taşımayı hedeflediğini görüyorum. Bir yandan geniş bir kitleye hatta rap dinlemeyenlere de hitap eden mesela “Avutsun Bahaneler” ya da “Onca Şeyin Ardından” gibi duygusal / arabesk tonu ağır basan (biliyorum bu arabesk lafı çoğu rapçinin pek hoşuna gitmiyor ama müziklerindeki duyguyu başka türlü tanımlayamıyorum) işlere ağırlık verirken ya da “arkastik” gibi romantik dahi denebilecek EP’lere imza atarken (mesela “Toz Taneleri”) bir yandan da eski okul rapçi tarafını canlandırıyor. Mayıs’ta yayınladığı 12 dakikalık “Saldırground” adlı parçada boş bir odada plakların arasında oturup önündeki turntable’ı kurcalıyor. Çoğu emprovize gelmiş olduğu anlaşılan sözler ve İngilizce muhtemelen eski usül rap parçalarından alınmış “jazzy” sample’larla kendine dair başka türlü bir hikâye anlatıyor. Rap’in köklerine inmek,
Cemil ölmüş. Bizimkiler’in Cemil’i. “Cemil de kim?” diyenler başka bir yazıya geçebilirler, sorun değil. Ama ben bugün Cemil’i, Bizimkiler’i ve eski fakir ama onurlu ülkemizi hatırlamak istedim iki satır.
Tiyatro sanatçısı Uğurtan Sayıner 1944’te Samsun’da dünyaya gelmiş. Babası subay olduğundan orada görevi bitince İstanbul’a dönmüşler. Pertevniyal Lisesi’ne gitmiş. 1969’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun olmuş. Üniversitede kendisi gibi oyuncu olan Aykut Oray’la tanışmış. Onunla oyunculuğa başlamışlar. Aykut Oray “Bizimkiler’in “Katil”i. İttihat ve Terakki Tiyatrosu’nda profesyonel oyunculuğa başlamış. Türkiye Öğretmenler Sendikası Tiyatrosu TÖS’te yer almış. Arena Tiyatrosu, Gen-Ar Tiyatrosu, Üç Maymun Kabare, Ercan Yazgan-Bülent Kayabaş derken, bir yandan da muhasebecilik yapmış. İpek Kâğıt fabrikasında, Türkiye Jokey Kulübü’nde muhasebeciymiş. Tek işle geçinen sanatçı enderdir ülkemizde.
Sayıner,
Türkiye’de bugün en çok hangi müzikler dinleniyor? Eskiden bu sorunun yanıtını arayan sıradan vatandaş müzik kanallarının ve radyoların listelerine bakardı. Ya da sanatçıların menajerlerinin açıklamalarına inanmak zorunda kalırdı. Bunların da işe yaramadığı yerde zaten “halkımız bunu dinlemez” “halkımız bunu sever” falan denirdi ve konu kapanırdı. Çünkü bu kalıplaşmış önyargılara inanmak zorundaydık. Çünkü elimizde data yoktu. Kim ne kadar dinlenmiş, nerede, kimler tarafından ve ne kadar süre boyunca günün hangi saatinde dinleniyor gibi bilgilerimiz yoktu. Çünkü teknoloji yoktu. Ama zaten bu bilgilerin paylaşılması istenmezdi. Çünkü televizyonların bütün gün sabah akşam çaldığı sanatçının albüm satışlarının sıfıra yakın olduğu ortaya çıkarsa sonra nasıl turne yapacak, bu durumu nasıl açıklayacak?
Elimizde yıl sonunda Müyap tarafından yayınlanan bandrol satın alma rakamları olurdu sadece. Ama bunlar da güvenilir değildi çünkü albümü çok