Alexandra Palace, Londra’nın kuzeyinde bir kartal yuvası gibi şehre tepeden bakan Muswell Hill’in en hakim noktasında yer alıyor. Buraya Londra’nın Çamlıca Tepesi de diyebilirim illa yerlileştirip anlatmak istersem. Dünyadaki ilk televizyon yayını burada, bu tepeden BBC tarafından 1936’da yapılmış. Demir anten kulesi hâlâ yerli yerinde.
Alexandra Palace, halk sarayı (Palace of the People) olarak 1850’lerde planlanmış, 1875’te açılmış. Adını dönemin popüler prensesi, Galler Prensesi Danimarkalı Alexandra’dan alıyor. Bu halk sarayı ya da bir bakıma Victoria döneminin kültür sarayı, bugün de hâlâ kültür sarayı olarak hizmet veriyor.
Televizyon antenin yanındaki büyük yeşil kapıdan içeri girince yapının merkezindeki buz pistinin bitişiğinde, 1980’lere kadar depo olarak kullanılan, 2016’da yeniden onarıldıktan sonra bugün şahane bir konser salonu olarak hizmet veren Alexandra Palace Theatre var. Buradaki birkaç salondan biri burası. Ve geçen gece burada müthiş bir konser vardı. (Aslında iki müthiş konser
Belçikalı art - pop ekibi Balthazar 20 Kasım’da Volkswagen Arena’da İstanbullularla buluşacak. Geçen hafta ekibi Londra’daki Electric Ballroom’un kulisinde yakaladım. Covid sonrası konserler, eski bir gelenek olarak albüm yayınlamak, sosyal medya ve son albümleri “Sand” hakkında sorular sordum.
Electric Ballroom, Camden’ın tam göbeğinde metro istasyonunun bitişiğinde yer alıyor. Yani rock ve punk aleminin merkezlerinden biri olan Camden Town’ın bütün karakteristik özelliklerini burada yaşamak mümkün. Marketten çok dövmeci ve piercing’ci olan, kişi başına düşen sokaktaki çöp miktarının herhaşde en fazla olduğu, sabaha kadar açık fast food’cuların kulüplerden çıkan sarhoşları beklediği ender Londra semtlerimizden. Eski altın çağından uzak olsa da bana günnde bir Beyoğlu’nu hatırlatır her zaman Camden. Eğlencelidir ama çok da tekin değildir. Onu güzel yapan da budur.
Her neyse telefonun ucunda Balthazar’ın menajeri bana garaj kapısını tarif etmeye çaışıyor ama ben bulamıyorum.
Covent Garden’da, semtin ve meydanın temel direği Royal Opera House 1732’de açıldı. 1734’te burada ilk bale gösterisi sergilendi.
AKM’nin yıkılıp, yerine, yeni kasası çıkmış araba gibi aynısının daha geniş, yeni ve moderninin yapılmasının kutlandığı günlerde ben de burada Romeo ve Jülyet’i izliyordum. Elde olmadan düşüncelere daldım gözüm sahnede.
1948’de yapımına başlanan, 1970’te hizmete açılıp, iki yıl geçmeden baştan aşağı yanan, 1978’te onarılıp, tekrar hizmete açılan, 80’ler ve 90’larda devamlı gittiğimiz, kültür hayatının merkezi olmuş, ardından kaderine terk edilmiş AKM, 2018’de yıkılıp, yeniden yapıldı. 2021 itibarıyla elimizde bir adet aynısının daha moderni AKM binası var. Peki, içi nasıl doldurulacak? AKM’nin makûs talihi yeni sürümle değişecek mi? AKM 2.0, AKM 1.0’dan daha büyük hizmetler verebilecek mi?
Siyasetin karışmadığı, sanatın egemen olduğu bir alan olabilecek mi? Her şeyden önce demokratik bir sanat alanı olabilecek mi?
AKM ile ilgili olarak okuduğum yorumların neredeyse
Arabesk o kadar büyük trafik alıyor ve dinleniyor ki önceden müziğinde arabeski, bir tat bir doku olarak kullananlar direkt klasik arabesk sound’uyla şarkılar kaydedip internete koymaya başladı
Bir süre önce Türkiye’deki hip hop sahnesiyle ilgili yazarken arabeskin hip hop içine gizlendiğinden bahsetmiştim. ‘Arabesk rap’in giderek popüler olacağını ve bir melez tür olarak ana akıma giderek daha fazla oturacağını tahmin etmek biraz piyasayı takip eden herkes için görünen köydü. Ancak arabesk artık başka türlerin altında değil doğrudan yükselişte ve sanırım bu durum yeni bir analizi hak ediyor.
Son dönem Türkiye’de stream rekorları kıran, sosyal medyada ve platformlarda en fazla dinlenen, paylaşılan, izlenen şarkılara baktığınızda arabeskin başrolde olduğunu görebilirsiniz.
Geçen çarşamba günü yayınlanan ve ilk 12 saatte bir milyona yakın izlenen -ve bu izlenme hızıyla dünya çapında da hayli dikkat çekebilecek parçalardan biri Kurtuluş Kuş ve Burak Bulut’un “Herkes Duydu” adlı
Türkiye’deki bir haftamızda “Türk kahvaltısını özlemişsinizdir” denilerek eş dost akraba tarafından sağ olsunlar envaiçeşit ikramda bulunuldu. Tabii bizim özlediklerimizi, beş yıllık ömrünün üç yılı İngiltere’de, bir yılı Polonya’da geçen Leyla ilk kez görüyordu. Onun için tam bir ziyafet söz konusuydu.
Hakikaten Türkiye’de ne kadar çok yemek yendiğini ver her şeyin ne kadar lezzetli olduğunu unutmuşuz. Zeytin gibi zeytin (İngiltere’de Türk zeytini bulamadığınızda önünüze gelen zeytin büyük hayal kırıklığı olabiliyor), beyaz peynir gibi beyaz peynir, reçeller, domatesler, Çengelköy hıyarı, sucuklu yumurta, bal- kaymak derken, en az ikişer kilo aldık.
Herkese göre klasik Türk kahvaltısı farklıydı. Kimine göre simit- -peynir-çay, kimine göre beyaz peynir-zeytin, kimine göre menemensiz olmaz, kimine göre bal-kaymaksız kahvaltıya kahvaltı denmez. Türk kahvaltısı nedir tartışma konusu oldu.
Ben çocukken zeytin, peynir, beyaz ekmek, domates, salatalık,
Bir buçuk yıldır İstanbul’a gelmiyordum. Şehir merkezine iner inmez ilk gözlemim, yürümenin imkânsızlığı oldu. Kaldırımda yürünemiyor. Adeta bir bilgisayar oyunu gibi maceradan maceraya koşuyorsunuz. Nişantaşı’nda Teşvikiye Caddesi üzerinde sadece bir saat içinde şunlara maruz kaldım:
Leyla’yı kaldırımda araba eziyordu. İki şeridi de tıkalı yolda sola yanaşmaya çalışan ve iki arada bir derede kalan aracın arkasındaki araç sağdan geçmeye çalışırken tekerleğini kaldırıma çıkarmaktan çekinmedi. Arkama bakmıyor olsam bize çarpacaktı. Nişantaşı’nda ve kaldırımdayız ama araba Leyla’yı resmen eziyordu. Şoför hiçbir şey söylemeden gaza basıp 10 metre sonra gene trafiğe takılıp durdu. Bu hamle ona ne kazandırdı bilemiyoruz. Verilmiş sadakamız varmış.
Önümde yürüyen adamın kafasına sandalye ayağı girdi. Kaldırımda yürümeye çalışırken kafenin birinden elinde üst üste konmuş sandalyelerle bir kafe çalışanı “zart” diye çıkıverdi ve sandalyenin ileri doğru mızrak gibi uzanan ayağı
Sonunda cennet vatandayım. Kovid’di, kırmızı listeydi, şuydu buydu derken, bir yıldan fazla olmuştu gelmeyeli. Geldim işte.
Dünyanın merkezi olan, gereğinden büyük havalimanımıza indim. Önce, uçağın park etmesi için 45 dakika bekledim. Ardından, pasaporta kadar beş kilometre falan yürüdüm. Bavullara kadar iki kilometre daha gittim. Hatta bavul beklerken tuvalete gideyim dedim ve gidiş geliş en az bir kilometre daha yürüyüp geri döndüm.
Ardından, bavul bölümünden çıkmak, para çekmek, simit almak için hep yürüdüm. Çünkü her yer çok uzaktı. Her şey ufukta bir tabela ya da ışık kümesi olarak görünüyordu. Bu havaalanı normal insanlar için değil, Gulliver’in ülkesindeki devler için inşa edilmişti adeta. Neden bu kadar yürüyoruz, anlayan varsa bana da bir ara anlatsın.
Yolculuğumuzun en heyecanlı aşaması taksi aşamasıydı. Kapının önüne çıktık. Taksilerin kalktığı yere geldik. Burada insanların sıra olması gereken yer bomboştu. İnsanlar sıra olmak yerine
Mesela gecenin bir köründe uykun kaçmış, evin içinde hayalet gibi dönüp duruyorsun. Kitaplar okunmuş, filmler izlenmiş, aylarca sürüncemede kalan bir türlü başlanamayan işler bile başlanıp bitirilmiş ama hâlâ uyku yok. Sıkıcı, sakız gibi uzayıp giden bir gece. Derken, yağmur başlıyor. Hop, bir anda hayat daha anlamlı oldu.
Sokağa düşen damlaların sesi, gece lambasının ışığında hızla hareket eden damlalar, geride bıraktıkları havada asılı kalmış belli belirsiz çizgiler.
Eğer rüzgâr karşıdan esiyorsa, mesela bizim evde zaman zaman olduğu gibi, cama takır takır vurduğunda daha da dramatik oluyor.
Bir saniye önce sıkıcı, bunaltıcı bir geceydi. Şimdi yağmur yağdı ve hop: Vaay... Çok romantik, ne kadar güzel ya... Yağmur başladı, koşun yağmur diye dürterek uyandırmak istiyorsun evdekileri. Neden? Su işte. Su yağıyor. Su buharı yoğuştu falan, fizik dersi.
Kim bilir kaçıncı yağmur, ama her defasında sağa sola dönüp telefona yapışıp, “Yağmur başladı” demedik mi birbirimize? Neden bunu yapıyoruz? Neden ıslaklık bu kadar özel? Normal denize girmek bir