Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Sonunda cennet vatandayım. Kovid’di, kırmızı listeydi, şuydu buydu derken, bir yıldan fazla olmuştu gelmeyeli. Geldim işte.

Dünyanın merkezi olan, gereğinden büyük havalimanımıza indim. Önce, uçağın park etmesi için 45 dakika bekledim. Ardından, pasaporta kadar beş kilometre falan yürüdüm. Bavullara kadar iki kilometre daha gittim. Hatta bavul beklerken tuvalete gideyim dedim ve gidiş geliş en az bir kilometre daha yürüyüp geri döndüm.

Ardından, bavul bölümünden çıkmak, para çekmek, simit almak için hep yürüdüm. Çünkü her yer çok uzaktı. Her şey ufukta bir tabela ya da ışık kümesi olarak görünüyordu. Bu havaalanı normal insanlar için değil, Gulliver’in ülkesindeki devler için inşa edilmişti adeta. Neden bu kadar yürüyoruz, anlayan varsa bana da bir ara anlatsın.

Haberin Devamı

Yolculuğumuzun en heyecanlı aşaması taksi aşamasıydı. Kapının önüne çıktık. Taksilerin kalktığı yere geldik. Burada insanların sıra olması gereken yer bomboştu. İnsanlar sıra olmak yerine öbeklenerek birikme sistemini tercih etmişlerdi. Öbeğin ön tarafında eli telsizli bir bey duruyordu. Bu bey, hiç acele etmeden, tek tük gelen taksilere eliyle işaret ederek, insanların taksilere binmelerini sağlıyordu. Bir taksi şoförü “Adem Abi, nereye götürüyoruz bunları?” diye soruyordu, bavulların altında ezilmiş, sabırla kaderini bekleyen şaşkın yolcuları göstererek. Ardından anlayamadığım bir şeyler konuşuluyor ve taksici koşarak taksisine biniyor ve bilinmeze yolculuk başlıyordu. “Sen bunlarla fiyat konuştun mu?” “Ben o paraya gitmem abi” gibi konuşmalar önümüzde gerçekleşirken, biz dünyanın merkezinde öbek sistemi içinde sıramızı bekliyorduk.

Öbek sisteminde, sıra sisteminden farklı olarak, kimin önce kimin sonra geldiğini hemen anlamak mümkün değildir. Bir süre durmanız, sağa sola dönerek soru sorar gibi bakmanız, “Nerede bekleyeceğim, sıra kimde, burası taksi sırası mı?” gibi yanıtsız kalacak sorular sormanız ya da sorar gibi yapmanız gerekir (ben ikincisini tercih ettim). Bir süre sonra kadere razı olup, beklemeye başladığınızda zaten anlıyorsunuz düzeni, sorular gereksiz. Sıkıntı yoktu, her şey yolundaydı işte. Öbeklenmiş topluluğun saygın bir üyesiydik biz de.

Haberin Devamı

Ama bir detay vardı. Dünyanın merkezi olan çok büyük havaalanında taksi yoktu. Bayağı bir bekledikten sonra dakikada bir taksi gelmeye başladı.

Adem abi telsizin antenini size doğrulttuğunda hemen bavullara yapışıyorsunuz. Telsizin anteni taksiyi gösterdiğinde vakit kaybetmeden bavulları bagaja sıkıştırıyor ve arabaya biniyorsunuz. Biz de bekleyerek öğrendiğimiz bu kodları çözdük ve aynısını yaptık. Artık taksideydik. “Kalamış’a gidebilir miyiz lütfen” dedik. Abi, “Kalamıııııııııııııış...” diye biraz uzatarak düşündü, sonra, “Hangi semt oluyor orası?” dedi. “Kadıköy’de abi” dedik. Kadıköy’ü semt olarak tanımasını memnuniyetle karşıladık. Telefondaki uygulamaya Kalamış’ı beraberce yazdıktan sonra doğru yeri pin’lediğimiz belli olunca keyifli yolculuğumuz da başladı.

Otobanda geçen, inşaat halindeki gökdelen, site, iş merkezi manzaralı 1 saat 35 dakikalık yolculuğumuzun ardından Kalamış’a vardık. Gereğinden büyük havalimanımız dünyanın merkezi olabilirdi ama İstanbul’un merkezinde olmadığı kesindi.

Haberin Devamı

Bavulları attık, hoşbeşin ardından bir yürüyüşe çıkalım dedik. Gecenin ilerleyen saatlerinde ışıl ışıl aydınlatılmış manavlardaki domates, mandalina ve elmaları hayranlıkla seyrettik. “Londra’da bunlar yok işte ama...” dedik karşılıklı birbirimizi onaylayarak. Bir baklavacının önünde durup, “Alsak mı, yok ya yarın alırız” gibi tereddütler atlattık. Çiftehavuzlar’da dev bir inşaat çukurunun yanından geçtik. Çukurun dibindeki dev beton borulara baktık. Sahil yolundan devam edip, Caddebostan’a kadar geldik. Barlar sokağındaki kalabalık ve muhabbet elbette ki dikkatimizi çekti. Önce

Mc Donald’s’ın üzerindeki, adını bilmediğim ve daha önce orada olmayan bir mekânda çılgın gibi dans eden kalabalıktan etkilendik. Ardından, meyhanelerin ve pub’ların arasına daldık. Mekânın birinde düğünümsü bir atmosferde ortada göbek atanların hemen ensesinde, bir sandalyenin üzerinde kendinden geçmiş bir şekilde darbuka çalan bir Kızılderili abi gördük. Kızılderili’nin kafasındaki tüyü incelerken o esnada bana bir ateşler bastı. Buram buram terlemeye başladım. Yoksa bayılıyor muyum, yok yok, kesin kalp krizi diye vesveselenecekken paltomu fark ettim.

Londra’nın 5 derecelik kış havasından Caddebostan’ın sonbahar lodosuna bu paltoyla gelmiştim. Arada dünyanın merkezi havalimanını arşınlamış, gökdelen iskeleti manzaralı otoban mesaisini tamamlamış, Kalamış’tan Caddebostan’a yürümüştüm bu paltoyla.

Bu sıcak havada fazlaca Londra kokan bu kışlık paltoyla yürürsem işte bunlar olurdu. Kızılderili’nin tüyüne bakarken bedenim, yardım çağrılarına adeta kulaklarını tıkamış beynime son mesajı bir ateş basması nöbetiyle göndermişti.

Paltoyu elime aldım, oflaya puflaya biraz yukarı yürüyüp Bağdat Caddesi’ne çıktım. Trafik lambasının önünde durdum. Egzozundan F-16 sesi çıkaran birtakım siyah camlı arabalar yarışmaya başladı. Kulak zarlarımı korumak için ellerimi kafamın iki yanına götürdüm. “Eyyyy Türkiye! Seni çok özlemişim. Daha geleli iki dakika oldu, şimdiden ne biçim anılar biriktirdim. Daha önümde bir hafta var” dedim. Cümleten hoş bulduk...