Covent Garden’da, semtin ve meydanın temel direği Royal Opera House 1732’de açıldı. 1734’te burada ilk bale gösterisi sergilendi.
AKM’nin yıkılıp, yerine, yeni kasası çıkmış araba gibi aynısının daha geniş, yeni ve moderninin yapılmasının kutlandığı günlerde ben de burada Romeo ve Jülyet’i izliyordum. Elde olmadan düşüncelere daldım gözüm sahnede.
1948’de yapımına başlanan, 1970’te hizmete açılıp, iki yıl geçmeden baştan aşağı yanan, 1978’te onarılıp, tekrar hizmete açılan, 80’ler ve 90’larda devamlı gittiğimiz, kültür hayatının merkezi olmuş, ardından kaderine terk edilmiş AKM, 2018’de yıkılıp, yeniden yapıldı. 2021 itibarıyla elimizde bir adet aynısının daha moderni AKM binası var. Peki, içi nasıl doldurulacak? AKM’nin makûs talihi yeni sürümle değişecek mi? AKM 2.0, AKM 1.0’dan daha büyük hizmetler verebilecek mi?
Siyasetin karışmadığı, sanatın egemen olduğu bir alan olabilecek mi? Her şeyden önce demokratik bir sanat alanı olabilecek mi?
AKM ile ilgili olarak okuduğum yorumların neredeyse tamamı binaya dair. Eski bina ile yeni binayı karşılaştıran, yeni binanın ne kadar iyi yapıldığını anlatan, ne kadar büyük, ne kadar şöyle böyle olduğunu anlatan birçok görüş. Binanın arkasındaki kafeler, sanat sokağı, tepedeki 360 derece manzaralı restoran övülüyor. Ama bütün bu şaşaa ve sanat Yavuz Bingöl konseriyle mi olacak?
Elbette yeni yapılan ve böyle bir yapboz geçmişi olan bir referans yapıya dair mimari yorumlar önemli. Ve elbette bina hizmete açıldığında tabii ki bina konuşulacak. Ama AKM ile ilgili olarak 2000’lerden itibaren alevlenen tartışmaların neredeyse hiçbirinde binadan başka bir şey konuşulmadı.
AKM ne olacak? AKM kimin olacak? Bu soruların yanıtlarını galiba biraz zaman gösterecek. Şu anda programına bakıp, yorum yapmak için erken, o yüzden böyle bir şeye girişmiyorum. Bu gerçekçi olmaz. Kimseyi de şu aşamada eleştirmek doğru değil. Ancak zaman içinde gelişmeleri hepimiz göreceğiz. Ben de yakından takip ediyor olacağım.
Royal Opera House’a gelince, bu bina yapıldığı yıldan bu yana bir sürü felaket atlatmasına karşın ayakta tutulmuş. 1808 ve 1856’da iki kez yanmış. Her defasında yeni tiyatro sahneleri eklenmiş. Zamanla büyümüş, katlar ilave edilmiş. Şu andaki dış görünümü 1856’ya ait ancak 1990’larda içi tamamen aslına uygun olarak yenilenmiş. Sokağın karşı tarafındaki Royal Ballet School (Kraliyet Bale Okulu) ile tiyatro binası arasında bir köprü geçiş eklenmiş. Klasik bir yapıya modern ilaveler yapılmış.
Her ne kadar yenilenmiş olsa da bu binaya girince bir tarihin de içine adım atıyor hissine kapılıyorsunuz çünkü ne de olsa yıkılıp yeniden yapılmamış bu bina. Buradan geçmiş büyük küçük başrol ya da figüran kim bilir kaç bin canın izlerini, acı tatlı hatıralarını hissediyorsunuz. Ya da ben Romeo ve Jülyet’in müthiş dekoruna ve kostümlerine kapılıp gittim ve Romeo gibi tutkuyla romantikleştim, tam bilemiyorum.
Bu binada koltuklar bile o kadar dar ve dip dibe ki Türkiye’de olsa herkesin şikâyet edeceğine neredeyse adım gibi eminim.
Geçen gün İstanbul’da gazeteci dostlarla bir yemekte AKM’de unutamadığınız gösteri hangisiydi sorusu gündeme geldi. Herkes o kadar çeşitli yanıtlar verdi ki... Kimi bir tiyatro eserini, kimi cep sinemasında izlediği bir sanat filmini, kimi irili ufaklı konserleri, bale ve opera gösterilerini hatırladı. Her ne kadar AKM’nin sanat yönetimi her zaman tartışma konusu olmuş olsa da belli bir kitleye büyük bir hizmette bulunduğu ortada.
Ben Antonius ve Kleopatra’ya gittiğim günü unutamam. Elbette bir sürü konser izledim burada. İstanbul Caz Festivali biletleri AKM gişesinde satılırdı ve bir gece önce burada çadır kurulur, sabahlanırdı. Konserlerden bile daha net hatırlarım o geceleri. Her cumartesi sabah 11.00’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası konserlerini de dün gibi hatırlarım. Fuayeye girişi, koltuklara otururkenki heyecanı...
AKM’den bahsederken artık binadan değil içindekilerden bahsetmek ister gönül. Umarım yeni kuşaklar burada ilk sanat deneyimlerini yaşayabilirler ve AKM onlar için bir adet şatafatlı “bina”dan fazlası olur.