En merak ettiğim isimlerden biri, Julia Donaldson. Çocuğunuz varsa bir ihtimal duymuşsunuzdur adını. Gruffalo, Zog başta, onlarca kahramanın, hikâyenin yaratıcısı, çocuk kitaplarının -bence- bir numaralı ismi.
Son 10 yılda sırf İngiltere’de 29.5 milyon kitap satmış Donaldson. Harry Potter’ın yazarı JK Rowling’in sattığı kitap sayısı 9.7 milyon. Ne kadar, ama ne kadar çok kitap satıldığını ve Donaldson’ın ne kadar büyük bir isim olduğunu bu kıyaslamadan da anlayamıyorsanız şöyle söyleyeyim, İngiltere’de Donaldson kitaplarından biriyle uykuya dalmayan çocuk muhtemelen yok.
Türkiye’deki belli başlı kitabevlerinde, çocuk kitapçılarında da en büyük isim olduğunu biliyorum. Muhtemelen farkında olmasanız da en az bir Donaldson kitabı girmiştir evinize. Ben kızıma, okumaları İngilizceyle sınırlı kalmasın diye Türkçe kitaplar da alıyorum ve bazen aynı Donaldson hikâyesinin iki farklı dildeki versiyonları oluyor kütüphanede. Hepsi aynı heyecan ve iştahla emiliyor. İşin enteresan yanı, eskiden ben okuyordum hikâyeleri, şimdi kendisi okuyor.
"Çok Göç Aldım Suriye'den" - İkiye On Kala: İkiye On Kala'nın (Uğur Uras Ustaoğlu) "Kafamda Kentsel Dönüşümler'i 2020'nin en büyük hit şarkılarından biriydi. Kişisel hikâyelerini ve hislerini halkın dilindeki, gündemindeki söylemler üzerinden ifade etmeyi çok iyi beceren, bu konuda özel bir yeteneği olduğunu anladığımız bir sanatçımız kendisi. Bezmiş, hayattan tat alamayan -hatta kalbi olmayan- o yüzden de sevemeyen bir adamı Suriye'den göç almış bir ülkeye benzetmekte ben bir sorun göremedim. Hepimiz öyle kafalardayız ki zaten neye benzetsek ne desek cuk oturuyor. Şarkının sevdiğim yanı, alternatif pop/synthe düzenlemeleri de değil, kişisel hâlleri toplumsal laflarla anlatmadaki başarısı. "Kafamda Kentsel Dönüşümler" de böyleydi. Sıradaki şarkının sözleri dolar / enflasyon üzerinden gelebilir.
"Habil ve Kabil": maNga: Bu haftanın en büyük çıkışı maNga'nın “Antroposen 001” adlı albümü şüphesiz. Sekiz şarkılık bu heyecan verici albümü baştan sona dinlemek
Neden bilmiyorum, buz pateni yapabilmeyi bir ayrıcalık olarak gördüm hep. Yapamadığımdan olabilir. İnsanlar ikiye ayrılıyor bence. Buz pateni yapabilenler ve yapamayanlar. Çocukken ders almış ya da zaten kayabilen anne babaları tarafından öğretilmiş olanlar ve bu konuyla uzaktan yakından alakası olmayan ailelerde büyüyenler. İkincisiyim ben. Buz pisti benim için gurbet ortamı. Mekâna adım atar atmaz bir mahzunlaşma, bir elini ayağını nereye koyacağını bilememe hali, bir çekingenlik, eziklik.
Alexandra Palace’ın hafta sonu aileleri ağırlayan buz pistindeki kıvıl kıvıl kalabalığa bakarken aklımdan geçenler bunlar. Buz pateni yapabilme süper gücüne sahip olanları ilgiyle ve hayranlıkla izliyorum. Dışarıda sıradan mı sıradan görünen herkes pistte karizmadan tanınmaz halde. Şu etrafında dönebilen ve ters ters kayarak bariyere bir santim kala yönünü değiştirerek aniden durabilen adam normalde hiç dikkatimi çekecek bir tip değil. Ama burada bambaşka bir dünyanın şanlı kahramanı. Şu ilerideki hayli ileri yaşlı teyze, gerçek hayatta zor ayakta duruyor gibi
İngiltere’nin Omicron varyantının kontrolüne girdiği şu günlerde televizyonlarda halkı 'booster' denen ek aşılarını olmaya davet eden haberler dışında bir şey bulmak mümkün değil. 18 yaşından büyük herkesin yılbaşına kadar aşılanması hedefi kondu. İngiltere’deki en büyük gündem yeni Kovid dalgası uyarısı ve 3’ten 4’e yükseltilen Kovid güvenlik seviyesi. Geçen yıl Noel zamanında evlere kapanmak zorunda kalan İngilizler bu yıl da aynı durumla karşı karşıyalar. Ne yapalım, online alışveriş yapıp, evlerde oturmaya devam.
Halbuki hafta sonu, ek aşımı çoktan yaptırmanın verdiği güvenle Soho’da gezmeye çıkmıştım ne güzel. Londra’nın bana Beyoğlu’nun eski zamanlarını hatırlatan semti Soho’nun tam göbeğindeki Bar Italia’nın önünden geçerken durup bir espresso içmeden yapamadım ve buranın ne kadar acayip bir yer olduğunu bir kez daha hatırladım.
Bar Italia teknik olarak içinde basit içkilerin de satıldığı bir kafe. 1949 yılında bir İtalyan aile tarafından açılıyor ve o günden bugüne aynı yerde
"Forsa" - Mor ve Ötesi: Bir süre önce içlerinde Mor ve Ötesi'nin de adı geçen rock gruplarıyla ilgili bir yazı yazmış, neden yeni şarkılar yapmadıklarını merak etmiştim. Geçen hafta Harun Tekin'in mesajını alınca bir sürpriz hazırladıklarını tahmin etmiştim. Bu yepyeni Mor ve Ötesi şarkısının enerjisi, hikâyesi, düzenlemesi her şeyi, dört dörtlük. Böyle sofistike ve çok katmanlı rock şarkılarına daha doğrusu tür ne olursa olsun böyle derinlemesine düşünülmüş eserlere ihtiyaç var. Mor ve Ötesi zaten yüksek olan beklenti çıtasını daha da yukarı taşımış. Devamını merak ediyor insan.
“Göklerde Süzülürken” - Anıl Piyancı, Kaan Boşnak: Düetlerin efendisi Anıl Piyancı bu hafta Kaan Boşnak'la düette. Yüzyüzeyken Konuşuruz'dan ayrı, gruba paralel solo işler yapmayı çok seven Kaan Boşnak ile uyumlu bir ikili olmuşlar. Kırık kalpli bir rapçi ve indie âlemlerin yürümeyen ilişkilerini en iyi anlatan starı Kaan Boşnak'ın uyumu üst düzey. Haftanın şarkısı
Dubai, konsept olarak hep ilgimi ç eken bir yer oldu. Arap ve İslam coğrafyasında bir tür kültürel vaha. Sermayenin ve büyük şirketlerin yerleşmesinin ardndan parayla birlikte gelen (ve sanırım gelmesi sistemin devamı için kaçınılmaz olan) yaşam kültürü.
Bir kere ziyaret ettiğim bu şehirde “Desert Rock” adlı (Çölde Rock diye tercüme etmeye çalışayım) bir festivale gitme fırsatı bulmuş, burada bir süre sonra İstanbul’a da gelecek olan Robert Plant’le bir röportaj yapmıştım. Bütün bu iş güç arasında elbette gözlemleri şaşırtıcıydı.
Bir defa sokakta kimse yoktu. Küçücük bir eski mahalle dışında yürüyecek yer ve ortam. Aşırı sıcak olduğundan herkes klimalı ortamlarda, evlerde, arabalarda, AVM ya da iş merkezlerinde yaşıyordu. Ortalıkta hiç şehrin yerlilerini göremiyordum. Herkes yabancıydı. (Yabancı = Dubai’nin yerlisi olmayan). Dubai’de bugün de yabancıların nüfusa oranı yerlilerin 9 katı.
Çalışmak için bu şehre gelmiş expat’lar dışında hizmet
İngiltere tahtının babası Prens Charles’tan sonraki iki numaralı veliahtı Cambridge Dükü Prens William geçen hafta bir röportajda bazı şarkılardan bahsetti. Annesi Prenses Diana’nın kasetçalardaki Tine Turner’ın “The Best”ine eşlik ederek araba sürdüğünü öğrendik mesela. Şahane bir detay. Tatil bitiminde çocukları William ve Harry’yi okula bırakırken onlara bu şarkıyla moral veriyormuş Diana. Prens arabanın arka koltuğunda kardeşiyle birlikte bu şarkıyı hep bir ağızdan söyledikleri zamanları hayatının en güzel anılarından biri olarak hatırlıyor. “Bir aile gibi hissettiğimiz anlardandı” demiş.
1989 tarihli “Foreign Affair” albümünde yer alan bu şarkı gelmiş geçmiş en büyük hit’ler arasında yer alıyor. Gerçekten de dinlemeye doyamaz insan. Bu yazıyı yazarken tekrar aldım şahane bir kafadayım. Tine Turner gibi rock yapan bir sanatçının bile kalmaması, bu şahane pop/rock geleneğinin neredeyse yok olup gitmesi müzikle ilgili profesyonel ya da dinleyici herkese “biz nerede yanlış yaptık” sorusunu
Güzel duygular ve dilekler paylaşmak ya da yılın en iyileri listeleri, artık görünen o ki demode şeyler. Data (veri demek yerine data diyeceğim çünkü bu yabancılaştırıcı etki hoşuma gidiyor) paylaşmak diye bir şey var. Kullandığımız akıllı uygulamalar sağ olsun yıl içinde ne dinledik, ne izledik, kaç adım attık, en çok nerelere gittik, hangi kelimeleri merak edip arama yaptık falan bunları öğreniyoruz sene sonunda.
Data çok önemli bir şey. Bunu anlamak için âlim olmaya gerek yok ama sene sonu sosyal medyasına şöyle bir bakınca insan bir iki laf etmek istiyor gene de. Yıl boyu herkesin nerelerde neler yaptığını, yediğini içtiğini gördüğümüz yetmiyormuş gibi sene sonunda da toplu datasını görüyoruz. Neden bu bilgilere sahibiz anlamıyorum.
Uzaktan tanıdığım ya da sadece sosyal medyada karşıma çıkan birinin sene sonunda en çok Dolu Kadehi Ters Tut dinlemiş olmasını bilmenin beni heyecanlandırması mı gerekiyor?
Veya sosyal medyada yazılarını, yorumlarını beğeniyorum diye takip ettiğim birinin geçen yıl ortalama kaç adım attığını neden