Alexandra Palace, Londra’nın kuzeyinde bir kartal yuvası gibi şehre tepeden bakan Muswell Hill’in en hakim noktasında yer alıyor. Buraya Londra’nın Çamlıca Tepesi de diyebilirim illa yerlileştirip anlatmak istersem. Dünyadaki ilk televizyon yayını burada, bu tepeden BBC tarafından 1936’da yapılmış. Demir anten kulesi hâlâ yerli yerinde.
Alexandra Palace, halk sarayı (Palace of the People) olarak 1850’lerde planlanmış, 1875’te açılmış. Adını dönemin popüler prensesi, Galler Prensesi Danimarkalı Alexandra’dan alıyor. Bu halk sarayı ya da bir bakıma Victoria döneminin kültür sarayı, bugün de hâlâ kültür sarayı olarak hizmet veriyor.
Televizyon antenin yanındaki büyük yeşil kapıdan içeri girince yapının merkezindeki buz pistinin bitişiğinde, 1980’lere kadar depo olarak kullanılan, 2016’da yeniden onarıldıktan sonra bugün şahane bir konser salonu olarak hizmet veren Alexandra Palace Theatre var. Buradaki birkaç salondan biri burası. Ve geçen gece burada müthiş bir konser vardı. (Aslında iki müthiş konser vardı aynı anda. Sarayın diper tarafındaki salonda da London Grammar sahnedeydi), Yussef Dayes Experience, davulcu Yussef Dayes’in davuluyla müziğin merkezinde yer aldığı bir konuklar geçidi gibiydi. Londra caz sahnesinden biraz haberdar olan herkes ya da caz müziğini yakından takip etmeye çalışanlar sanırım bu ismi ve bu ekibi biliyordur. Ben gene de hatırlatayım. Davulda Dayes, basta Rocco Paladino, piyanoda ve synthesizer’da Charlie Stacey klasik trioyu oluşturuyor. Dayes, Güney Londra’da doğup büyüyen, küçük yaşta vurmalılara merak saran ve kendi deyimiyle babasının caz plaklarıyla kulağını eğitmiş bir isim. Kamaal Willimas ile ortaklıkları 2017’de sona erince solo devam etti. Kehlani, Wizkid, Pa Salieu, Tom Misch gibi isimlerle ve daha sayamayacağım geniş bir çerçevede birçok müzisyenle çalıştı. Çok açık fikirli, türler arasında gezinmeyi seven, rock, caz, funk, Afrobeat, Latin de dahil her şeyi deneyen, kendine has stiliyle yorumlayan bir isim.
İnsanların konserlere sevdikleri şarkıları dinlemeye gittiklerini biliyorum. Ancak saf enstrüman dinlemeye ve teknik görmeye gelmiş iki bin kişi görmek çok acayipti. Hip hop, rock, caz, rock her türden sahneye ait olduğu giyim kuşamından da anlaşılan çok farklı bir seyrici kitlesi bir aradaydı. Buna çok alışık değildim, daha doğrusu unutmuşum bu hissi. Kendimi bir tür ergen “nerd” olarak hissettim yıllar sonra ve telefonla basçı Paladino’nun lambalı 70’lerden kalma vintage bas amfisine ve üzerindeki kafaya zoom yaparken buldum. Telefonumun ekranından bunu gören biri bana amfinin modelini anlatmaya başladı. Konserin ortasında lambalı amfiler hakkında muhabbet etmeye başladık. Yanımıza hayli hareketli bir hip hop gang (!) gelince muhabbeti kesip biz de onlara katılıp cool cool sallandık. Ortam böyleydi.
Uzun zamandır sadece ama sadece müzik dinlemeye ve tadını çıkarmaya gelmiş bu kadar büyük bir kalabalıkla birlikte olmamıştım. Her davul atağının, her karmaşık ritim düzeninin, basın yaptığı her ince hareketin, piyanonun bastığı her akorun seyircide karşılığı vardı. Gecenin kahramanı enstrümanlar ve her şeyden önce seyirciydi.
Uzun bir konsersizlik sürecinden sonra bir anda birbiri ardına gelmeye başlayan konser ver performanslar sanatçıları da seyirciyi de çok heyecanlandırmış durumda. Geçen hafta Balthazar, Jarv Is’i de sayarsak gittiğim toplam üç konserin ortak yanı buydu. Herkes çok heyecanlı, kaybedip buldukları değerli bir şeyin tadını çıkarır gibiler. Gibiyiz. Hepimiz böyleyiz. Artık her konser şenlik havasında.
Umarım böyle de devam eder. Yussef Dayes’in konserde dediği gibi:
Dünyada çok kötü, çok garip şeyler oluyor. Hepimizi tedavi eden şeyse müzik.