Uçağın tekerlekleri yere değdiği an korkum geride kalmış genç bir öğrenci olarak en büyük hayalimi gerçekleştiriyor olmanın mutluluğuyla dolmuştu içim. Hayatının merkezinde sinema ve hatta Fransız Sineması olan bir genç olarak filmlerine hayran olduğu Goddard’ın, yazdığı her şeyde kendimden bir şey bulduğum Camus’nün şehrindeydim artık. Dayım beni havaalanından alır almaz gözlerimi bir kamera, beynimi de bir hafıza kartıymış gibi kullanıp Paris’in her ayrıntısını kaydediyordum zihnime. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmaya tahammülüm yoktu. Koca bir yaz tatili boyunca yaşanmayı bekleyen daha nice anı sıraya girmişti. Arşınlayacağım sokaklar, müzeler, civar köyler…
Valizlerimi eve bırakır bırakmaz hemen sokağa atmıştım kendimi. Seine nehrinin sağ ve sol kıyılarını birbirine bağlayan ve adını Napoleon’un o meşhur zaferinden alan Austerlitz köprüsü önünde durduğumda günlerce hayalini kurduğum an başlamıştı benim için. O dönem altın çağını yaşayan mp3 oynatıcımın play tuşuna basıp Attila İlhan’ın o görkemli sesini dinlemeye başladım. Elbette içinde bulunduğum anın anlam ve önemine uygun “Kaptan” şiiri yankılanmaya başladı kulaklarımda. O gün, Paris yılın en uzun gününü yaşıyordu. Akşamın
Anlamları Grekçede yuvaya dönüş olan “nostos” ve acının karşılığı olan “algia” birkaç yüzyıldır pek aşinası olduğumuz bir kelimeyi oluşturmakta. Nostalji… Hele ki yaşlar ilerledikçe çocukluk veyahut gençliğe tekabül eden yıllar, tüm insanlığın en özel yıllarıymış gibi gelir insana. Öyle ya “nerede o eski yıllar”, “nerede o eski bayramlar, Ramazanlar” gibi iç çekişlerin gökkubbede yankılanmadığı an yok gibidir.
İnsanın kişisel tarihine dair duyduğu bu özlemin yanı sıra bir de hiç yaşamadığı, hasbelkader okuduklarıyla kafasında kurguladığı ve hep güzelliklerle dolu olan bir geçmiş vardır. Modernitenin tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalanan birey, elektriğin kesildiği, internetin çekmediği dakikalarda kendisini sudan çıkmış balık gibi hissederken bir yandan da “keşke iki yüzyıl önce yaşasaymışım” hissiyatına kapılıverir karşı konulmaz bir şekilde.
Bir fenomen olarak “Eski İstanbul”, sayısız kitaba, söyleşiye, efsaneye, şarkıya, şiire konu oldu bugüne kadar. Şahsen ben de bundan yüz elli yıl öncesinin İstanbul yaşantısına ışınlanmayı isterdim. Fakat bunu o dönemin bugüne nazaran daha iyi olduğunu düşündüğüm için değil, tamamen merak içgüdüsüyle yaklaştığım için arzu ederdim.
Unutulmuş edebi veya müzikal eserleri düşünüyorum. Bugüne ulaşsalar belki de büyük beğeniyle karşılanacaklar. Muhtemelen bazıları binlerce belge arasında kütüphanenin birinde keşfedilmeyi bekliyordur. Bazı eserler ve o eserlerin sahipleri bu açıdan şanslıydı. Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yıkımdan orkestraların da etkilenmesi nedeniyle senfonileri çalacak kadar müzisyen bulunamadığından konçertolar ön plana çıkmıştı. Albinoni’nin meşhur Adagio sol minör bestesi uzun yıllar unutulduktan sonra Dresden Kütüphanesi’nde bulunmuş ve birçok filmde de çalınarak bundan sonrası için unutulmazlığını bir nevi garantilemişti. Keza Maupassant da benzeri bir kaderi yaşamıştı.
Benzeri durum ülkemiz için de geçerli elbette. Tıpkı yurtdışındakiler gibi kimileri yeniden hatırlanma konusunda şanslı sayılırlar. Koç Üniversitesi Yayınları çok önemli bir işe imza atarak “Türk Edebiyatında Tefrika Roman Tarihi (1831 – 1928)” başlıklı proje kapsamında 300 Türkçe süreli yayını tarayarak bu döneme ait artık unutulmuş olan romanları yeniden gün yüzüne çıkarmaya başladı.
“Tefrika Dizisi” adıyla hayata geçirilen projenin Koç Üniversitesi Yayınları dışındaki bir diğer destekçisi de TÜBİTAK.
Çocukluğum, izlediğim çizgi film ve bilim-kurgu yapımlar yüzünden zaman makinesinin icadını beklemekle geçti. Bilim insanları ha buldu ha bulacak şeklindeki komplolara kulak tıkayalı epey oldu. Uzun süredir çok daha makul bir yol olan envai çeşit tarih kitabıyla geçmişe dair merakımı gidermeye çalışıyorum. Bu konuda en çok da Fransız menşeili Annales Okulu’nun yaklaşımını benimsedim, sevdim. Yani geçmişteki olaylara “iki ordu vardı, ovada buluştular, savaştılar, şu kadar asker öldü” gibi bilgilerle yetinmeden daha derinlemesine, birçok boyutuyla ele alan, anlatım dili açısından da sanki olayı canlı canlı anlatırmışçasına aktaran bir ekolden bahsediyorum. Hocaların hocası merhum Halil İnalcık’ı örnek göstersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak sanırım.
Hafta sonu okumaya başladığım “Zaman Yolcusunun El Kitabı” bilindik tarih kitaplarındaki anlatıdan fazlasına sahip. Maya Kitap’tan çıkan bu çalışma James Wyllie, Johnny Acton ve David Goldblatt’in ortak çabasının ürünü. Kitap, akademik olmaktan ziyade okura tarihte gerçek manada bir yolculuğu vaat ediyor. Üstelik bu konuda epey de iddialı. Hem de size yol boyunca eşlik edecek tur rehberleri eşliğinde…
Şöyle ki,
Gece bir bardak su daha içmemiş olmanın pişmanlığıyla uyandığımda 45. İstanbul Müzik Festivali kapsamında Bomontiada’da gerçekleştirilecek olan Hafta Sonu Klasikleri konserine bir saat kalmıştı.
Pencereden dışarıya baktığımda artık şaşırtmayan bulutlu ve yağmurlu hava yine tüm kasvetiyle orada duruyordu. 45. İstanbul Müzik Festivali programında ilan edildiği üzere Gülru Ensari ve Herbert Schuch çiftinin dört el piyano resitali, Bomontiada’nın açıkhava alanında düzenlenecekti. Fakat bulutlar buna mani olacak gibiydi. Bu havalar müzik aşkımıza mani olamaz diyerek şemsiyemi sırt çantama atıp düştüm Bomonti yollarına. Havayla anlaşmışçasına yol boyunca telefonun “rastgele” seçeneği başta Colplay ve Oasis olmak üzere Britanya ve yağmuru hatırlatan ne kadar şarkı varsa çaldı.
Bomontiada’ya giriş yaptığımda yetkililer beni, konser için açık alandan Babylon’un içine yönlendirdi. Anlaşılan organizasyon ekibi işini şansa bırakmamıştı. Açıkhavada müzik dinlemenin zevki bir başka olsa da ıslanmaya da gerek yoktu neticede. Mekâna her daim erken gelengillerden olduğumdan en ön sıradaki koltuklardan birine oturup Gülru Ensari ve Herbert Schuch çiftini beklemeye başladım.
Tam 11’de ikili
1984 yılında Milos Forman, Ragtime’ın üzerinden geçen üç yıllık bir aranın ardından yeni filmini gösterime sokmuştu. Sonrasında bu yapım sekiz dalda Oscar kazanarak büyük bir başarı elde etmişti. Bach ve Beethoven ile birlikte müzik tarihinin üç büyük bestecisinden biri olarak kabul gören Mozart’ın hayatını konu edinen Amadeus isimli bu film, bestecinin 35 yıl süren kısa yaşamını konu ediniyordu.
Elbette filme dair en akılda kalıcı bölümlerden biri, bilmeden literatüre kendi adıyla bir kompleks sunan Salieri ve öğrenci Mozart’ın ilişkisiydi. Bizde “boynuzun kulağı geçmesi” olarak da nitelendirilen vakanın muhatapları olan bu ikilinin hikayesi, iyi bir eğitmen ve besteci olan Salieri’nin deha öğrencisi Mozart’ın gölgesinde kalması ve buna mani olmak için kıskançlık tezahürü olarak genç adamın önüne sürekli taş koymaya çalışması şeklinde cereyan ediyordu. Fakat benim için filme dair en olağanüstü an Mozart’ın hayatının son günlerini yaşadığı o dönemde esrarengiz bir kişi tarafından sipariş verilen beste ve sanatçının bu besteyi bitirmek için verdiği çabaydı. Evet, Requiem’den bahsediyorum. Sayılı günleri kaldığını bilen bir insanın azminden hiçbir şey kaybetmeyip sipariş edilen
Türkiye’de soyut sanatın öncülerinden Fahrelnissa Zeid’in eserleri Londra’daki dünyanın önde gelen müzeleri arasında yer alan Tate Modern yolcusu. 13 Haziran – 8 Ekim tarihleri arasında retrospektif sergi öncesi İstanbul Modern de sanatçıya dair bir seçkiyi ziyaretçilerin ilgisine sunuyor. Fahrelnissa Zeid’in eserlerine dair kapsamlı bir koleksiyona sahip olan İstanbul Modern, Tate’e sanatçının retrospektif sergisi için sekiz eseri ödünç olarak gönderiyor. Fahrelnisa Zeid’e ait bu eserlerin Londra’dan sonraki durakları ise Berlin ve Beyrut olacak.
1901 yılında Büyükada’da dünyaya gelen Fahrelnissa Zeid, sanatla iç içe bir ortamda yetişti.Kardeşleri yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve ressam Aliye Berger’dir. Fahrelnissa Zeid aynı zamanda Sanayi-i Nefise’nin ilk kadın mezunlarındandır. Evliliği nedeniyle hayatının bir bölümünü geçirdiği Amman’da bir sanat enstitüsü kuran Zeid, hayata veda edeceği 1991 yılına kadar yapıtlarıyla sürekli burayı desteklemeye devam eder.
Daimi koleksiyonunda yer alan Fahrelnissa Zeid eserleriyle birlikte sanatçıya dair özel bir seçkinin de 11 yıl aradan sonra yeniden sergileneceği İstanbul Modern’de aynı zamanda Zeid’e yaşamına ve sanatına ilişkin
Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Hayatımın en mutlu anı değildi, biliyordum. Çünkü içimde bir burukluk yaratmıştı. Üstünden yıllar geçmesine rağmen aklıma her geldiğinde içim sızlar. Kemal mi haklıydı Füsun mu bilmiyorum, çok da bir önemi yok zaten. Sonra o kitabın yazarının diğer kitaplarını da tek tek okudum. İstanbul’u benim sevdiğim gibi seven birinin daha olmasının mutluluğunu yaşadım her seferinde. İyi ki yazılmış tüm o kitaplar. İyi ki doğmuş Orhan Pamuk.
Fakat bu, bir Orhan Pamuk değil, Kemal Basmacı, Masumiyet Müzesi ve bende hissettirdikleri yazısı olacak. Bu kişi gerçek miydi? Yoksa Orhan Pamuk’un ta kendisi miydi? Bu sorular Orhan Pamuk’a defalarca soruldu ve defalarca bunun bir kurgu olduğu söylendi. Ben buna inanmamayı tercih edenlerdenim. Belki bir gün bir mekânda karşılaşırız ve bu sırrı yalnızca benimle paylaşır, kim bilir? Benim düşünceme göre bu romanın bu denli etki bırakmasının nedeni tam da buydu. Gerçekliğine dair bu kuvvetli inanç…
Cihangir’den Tophane’ye doğru giderken o evin yer aldığı Çukurcuma Caddesi, ben romanı daha okurken ve müzeye dönüştürülen bina son halini henüz almamışken dahi, sıklıkla önünden geçtiğim bir güzergâh