Anlamları Grekçede yuvaya dönüş olan “nostos” ve acının karşılığı olan “algia” birkaç yüzyıldır pek aşinası olduğumuz bir kelimeyi oluşturmakta. Nostalji… Hele ki yaşlar ilerledikçe çocukluk veyahut gençliğe tekabül eden yıllar, tüm insanlığın en özel yıllarıymış gibi gelir insana. Öyle ya “nerede o eski yıllar”, “nerede o eski bayramlar, Ramazanlar” gibi iç çekişlerin gökkubbede yankılanmadığı an yok gibidir.
İnsanın kişisel tarihine dair duyduğu bu özlemin yanı sıra bir de hiç yaşamadığı, hasbelkader okuduklarıyla kafasında kurguladığı ve hep güzelliklerle dolu olan bir geçmiş vardır. Modernitenin tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalanan birey, elektriğin kesildiği, internetin çekmediği dakikalarda kendisini sudan çıkmış balık gibi hissederken bir yandan da “keşke iki yüzyıl önce yaşasaymışım” hissiyatına kapılıverir karşı konulmaz bir şekilde.
Bir fenomen olarak “Eski İstanbul”, sayısız kitaba, söyleşiye, efsaneye, şarkıya, şiire konu oldu bugüne kadar. Şahsen ben de bundan yüz elli yıl öncesinin İstanbul yaşantısına ışınlanmayı isterdim. Fakat bunu o dönemin bugüne nazaran daha iyi olduğunu düşündüğüm için değil, tamamen merak içgüdüsüyle yaklaştığım için arzu ederdim. Evet, “Pera ya da Direklerarası’nda günlük yaşam neye benziyordu?” cevabını çok merak ettiğim bir soru. O dönem için dünyanın Babil Kulesi olan imparatorluk başkenti İstanbul’da iç içe geçmiş kültürlerin büyüsüne kapılmamak elde değil. Tabii geceleyin çoğunlukla karanlık ve en ufak bir yağmurda çamur deryasına dönen sokakları tadımızı biraz kaçırabilir.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, bayramlar ile birlikte nostaljinin en yoğun yaşandığı dönemlerin başında geliyor. Bu ayın barındırdığı kutsallığın yanı sıra olayın bir de kültürel yaşantı boyutu da var elbette. Geçmişin eğlence kültürü veya yavaş yavaş unutulan Osmanlı dönemine ait tatlar bu ayda deyim yerindeyse altın çağını yaşıyor her sene. Bunu yaşamak ve hissetmek kesinlikle çok güzel bir duygu.
İlber Ortaylı’nın deyimiyle “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” olan 19. asrın İstanbul’a yaşattığı savaşları, ekonomik güçlükleri, modernleşme sancılarını bir kenara bırakıp sosyal yaşantısına odaklandığımızda karşımıza şehir kültürünün parçası haline gelen kantolar, operetler, gölge oyunları, tiyatro gösterileri çıkmakta. Zaten bu sahnelere Kemal Sunal ve Halit Akçatepe’nin başrolünde yer aldığı Yeşilçam filmlerinden de aşinayız.
Dün gece filmlerden aşinası olduğumuz bu nostaljik sahnelere Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde, Altan Erkekli’nin meddahlığında bir kez daha tanıklık ettik. “Alaturka Records: Direklerarası” isimli gösteri Altan Erkekli’nin olağanüstü girizgâhı ile başladı. Kâh Grek, kâh Arnavut aksanıyla Hacivat ve Karagöz gösterilerini andıran performansına tanıklık ederken oradan da orkestrayla alaturka fasılın nağmelerine kulak verdik. Altan Erkekli’nin anlatımıyla bir anda 1872 yılına uzanıp Dikran Çuhacıyan anıldı.
Günümüzde Saraçhane, Şehzadebaşı ve Vezneciler bölgelerine tekabül eden tarihi Direklerarası, devrin eğlence hayatında en az Pera kadar önemli bir yere sahipti. Hatta günümüz tabiriyle gençlerin “piyasa yaptığı” yer de demek mümkün..
Velhasıl o devri hiç yaşamamış ve hâlihazırda modernitenin tüm nimetlerinden cömertçe faydalanıyor olsak da “Eski İstanbul”u hissedebilmek salonda yer alan izleyiciler için hoş bir anı bırakmıştır. Bu da öyle bir nostalji oldu hayatımızda.