Yıllar önce genç bir kızın uçsuz bucaksız bir coğrafyada tek başına yol aldığı reklam dizisi yayınlanmıştı. Almancadaki “fernweh” duygusunu gerçekleştirircesine bilinmeyene doğru gidiyor arada mega star ya da bölge insanına rastlıyordu. Öyle girmişti hayatımıza Nil. Türkiye’nin pek de alışkın olmadığı türde şarkı sözleriyle kendini ifade eden Nil’in şarkıları, da peşi sıra geldi. Çok geçmeden de genç kızların idolü oldu. Artık tek taş yüzüklerini kendileri alacak, bütün kızlar toplanacaktı.
Hal böyle olunca tabii biz erkeklerde bir duraksama olmadı değil. Gerçi daha önce de benzer şeyleri Sezen Aksu veya Şebnem Ferah şarkılarında yaşamıştık. Neticede Nil’in şarkılarını da kabullendik. Öyle ki yaz konseri, festivaller derken sahne önünde toplananlar arasında erkeklerin de varlığı gözden kaçmıyordu. Bundan cesaret alarak ben de dün gece Babylon Bomonti’de, epeydir canlı dinleyemediğim Nil Karaibrahimgil konserine gittim. Nil’e ilk tebrik sahneye tam da söylenilen saatte çıktığı için olsun. Malum kimi müzisyenler, izleyici bu hususta epey bir yoruyor.
Sahneye çıktığı andan itibaren dansları, hayranlarıyla kurduğu göz temasları ve tabii grubunun enerjisiyle izleyicilere en
Herkesin gözetlendiği bir dünya hepimizin aşina olduğu bir distopya. George Orwell’ın 1949 yılında 1984’ün dünyasına baktığı romanının üzerinden yıllar geçti. Arthur C. Clarke ve Aldous Huxley de böyle distopyalarla bizi geleceğe dair daha fazla karamsarlığa sürüklediler. Zira lisedeki felsefe dersinden Thomas More ve Campanella ile güzel yarınlara bakmaya alışmıştık.
Distopyaların hepsi bir nebze sıra dışıdır elbette ama bunlardan biri doğrudan cinsiyetler üzerinden kurulması itibariyle diğerlerinden ayrılıyor. Tahmin edilebileceği üzere Kanadalı yazar Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı romanından bahsediyorum. Orijinal adı “The Handmaid’s Tale” olan romanın ilk baskısı 1985 yılında yayımlanmıştı.
Hikayesi, türlü hastalıklar ve radyasyonun etkisiyle doğurganlığın azaldığı Amerika’da geçen “Damızlık Kızın Öyküsü”, yöneticiler ve onların her emrine itaat etmekle hükümlü kadınların yaşantısına değiniyor. Offred isimli kadının gözünden anlatılan roman, sürükleyici örgüsü itibariyle okurun merak duygusunu sürekli canlı tutmayı başarıyor.
Margaret Atwood
Damızlık Kızın Öyküsü
Doğan Kitap, 384 sayfa
Türkçeye 25 yıl önce çevrilen ve bir daha okurla buluşamayan eser neyse ki ge
Babylon'da canlandı koskoca mazi
Doğduğum yıl Michael Jackson’un “Bad” albümü kırılması zor rekorlara imza atmıştı. George Michael ilk solo albümü “Faith”i yayınlamıştı. U2’nun “Joshua Tree” albümünü çalmayan mekan yoktu. Madonna yeni bir dünya turnesine Osaka’dan başlamıştı. Kalplerin bir numarası Pink Floyd, Roger Water ile süren kavgalı, mahkemeli dönemin ardından ilk albümü “A Momentary Lapse of Reason” albümünü çıkartıp uzun süren hasrete son verdi.
Elbette bunların hiçbiri benim hatırlayabileceğim şeyler değildi. Bu bahsettiklerimin kıymetini ben yıllar sonra ortaokuldan liseye geçiş döneminde idrak etmeye başladım. Gün geçtikçe kendimi VH1’nın da etkisiyle 80’lerin daha da içinde buldum. 1980’lerden sonra üretilen müzikleri dinlemenin prestij kaybı olarak değerlendirildiği bir çevredeydim. Eh belki bir nebze 90’ların başı, o da Nirvana ve Guns’n’Roses’ın hatırına. Elbette büyüdükçe yaşantımıza değişik müzik türleri de girmeye başladı. Her keşfedilen müzik için “işte bu” denen zamanlar başlamıştı. Beethoven’in 7. Senfonisi’nden daha iyi bir beste olamazdı. Tabii Mozart’ın Requiem’ini saymazsak...
İşte böyle arayışlar ve keşiflerle geçen bir müzik yolculuğunda
Uzun süren ve birçoğumuzda bıkkınlık hissi uyandıran bir kışın ardından yavaş yavaş yazı karşılamaya hazırlanıyoruz. Öğrencilik yıllarında bunun en büyük belirtisi bahar şenlikleri olurdu. Onun üzerinden yıllar geçmesinden ötürü artık başka türlü emarelere bakar olduk. İstanbul Film Festivali gibi… Ki o da hep vize dönemine denk gelirdi ya!
Tabii İstanbul gibi bir şehirde yaşamanın nimetleri sadece film festivali ya da açıkhava konseriyle sınırlı kalmıyor. İster dünyaca ünlü olsun isterse de maalesef ünü ülke sınırları içinde kalsın onlarca edebiyatçıya ilham kaynağı olmuş bir şehrin içindeyiz. Kimi zaman bir romanın ana mekanı kimi zamanda en epik şiirlerin ev sahibi olan bir şehir burası. Buna istinaden şehrin edebiyat hayatına renk katacak etkinlikler, kentin hakkını vererek yaşayanlar için çok kıymetli.
İşte böyle etkinlikler bütününden oluşan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) bu yıl dokuzuncusu düzenleniyor. Kalem Kültür Derneği tarafından düzenlenen festival 6 – 11 Mayıs 2017 tarihleri arasında şehrin değişik noktalarında İstanbulluları ağırlayacak. Herkese açık ve ücretsiz olacak etkinlikler kapsamında söyleşi, oturum ve dinletilere yer verilecek.
Geçtiğimiz sene hemen hemen her yaz yaptığım gibi yılın o dönemini doğduğum ülkede geçirmek üzere yola koyuldum. Uçak Priştine Adem Jashari Havaalanı’na iner inmez akrabalarımdan önce beni, panoları süsleyen Rita Ora, Dua Lipa ve Era Istrefi karşıladı.
Sosyal medya hesapları üzerinden takipleştiğim Kosovalı yakınlarımdan yaklaşık iki yıldır bu isimlere dair paylaşımları sıklıkla görmekle birlikte Dua Lipa hariç zahmet edip şarkılarını pek de dikkatle dinlememiştim dürüst olmak gerekirse.
Sancılı bir dönemin ardından sonra bağımsızlığını kazanan Kosova, uluslar arası toplum nezdinde tanınırlığını artırma çabasında. Bu bağlamda yurtdışında ülkenin adının duyulmasına vesile olacak her hareket millet nezdinde çok değerli. Spor ya da müzikte ülkenin adını yurtdışında duyuran herkese büyük saygı besleniyor. Futbolu yakından takip edenlerin de bileceği gibi Almanya, Avusturya, İsviçre ve Arnavutluk milli takımlarında çok sayıda Kosova kökenli başarılı futbolcu mevcut. Ancak ben yazının girişinde de bahsettiğim gibi konunun müzik kısmında kalacağım.
Havaalanı ev arasında yolda “acaba yeni neler var?” merakıyla etrafı gözlemlerken sık sık Rita Ora’nın posterleriyle karşılaştım.
Duyurulduğu günden itibaren Koçani Orkestar, Serkan Çağrı, Shantel ve Bucovina Club Orkestar’ı canlı dinleyecek olmanın heyecanıyla dolmuştum. Ne de olsa doğup büyüdüğüm toprakların ezgileri bir kez daha yankılanacaktı kulaklarımda. Hıdırellez’e bir hafta daha vardı ama sahne alacak isimler besbelli bize bir Hıdırellez gecesi yaşatacaktı.
Programı öğrendiğimde “keşke hepsi aynı anda sahneye çıksalarmış” diye geçirdim içimden. Meğer konser esnasında Serkan Çağrı da aynı şeyi dile getirdi. Umarız bir dahakine kısmet olur.
Açıldığından bu yana farklı müzik türlerinden alanında en önemli sanatçıları sahneye taşıyan Zorlu PSM bu sefer de az önce adını saydığım Balkan müziğinin önemli isimlerine yer verdi. Cuma gecesi gerçekleşen konser dizisinde önce Serkan Çağrı, Yarkın Ritm Grubu ve Makedonya’dan misafirleri Koçani Orkestar sahne aldı. Bir saati aşkın süre sahnede kalan ekip oluşturdukları sinerjiyle başta çekingen davranan seyirciyi çok geçmeden tavlamayı başardı. Eh Balkan müziği içerikli bir konserde yerinde sabit durmak pek de kabul edilebilir bir şey olmasa gerek. Performans sırasında başta klarnet üstadı Serkan Çağrı olmak üzere hem Yarkın Ritm Grubu hem de Koçani
Müziğin Babil Kulesi
Geçtiğimiz Cumartesi gecesi İstanbul, Pink Martini’yi uzun sayılabilecek bir aradan sonra yeniden ağırladı. Geçen yaz gerçekleştirecekleri konser, darbe girişimi sonrası iptal edilmişti. Ancak grup “ikinci evimiz” olarak nitelendirdiği Türkiye’deki dinleyicileriyle çok geçmeden yeniden buluşmuş oldu.
Konserin süresi açısından tatmin olmasam da grubun vokali Storm Large’ın harikulade performansı eminim salondaki herkesi mest etmiştir. Salon demişken konser ayrıntısına geçmeden önce mekan hakkındaki gözlemlerimi de söylemek istiyorum. Konserin gerçekleştiği Volkswagen Arena’ya birkaç ay önceki bir konser için toplu taşıma ile gitmiştim. İTÜ-Ayazağa metro istasyonundan biraz yürümek gerekse de bunu dert etmemiştim. Ancak Pink Martini konserine özel araçla ulaşmayı denedik. Caddeden içeri girmek yarım saat, konserden sonra çıkmamız da 45 dakika sürdü. Mekandaki konserlere gideceklere önceden hatırlatmış olalım. Toplu taşımayı tercih edin.
Dönelim konsere…
Grup, konsere İspanyolca şarkıları Amado Mio ile giriş yaptı. Konser boyunca iki İspanyolca şarkı daha dinledik. Eh, dedik ya “Müziğin Babil Kulesi”. Bundan sonra Fransızca, Japonca, Farsça, İtalyanca, Ermenice,