1984 yılında Milos Forman, Ragtime’ın üzerinden geçen üç yıllık bir aranın ardından yeni filmini gösterime sokmuştu. Sonrasında bu yapım sekiz dalda Oscar kazanarak büyük bir başarı elde etmişti. Bach ve Beethoven ile birlikte müzik tarihinin üç büyük bestecisinden biri olarak kabul gören Mozart’ın hayatını konu edinen Amadeus isimli bu film, bestecinin 35 yıl süren kısa yaşamını konu ediniyordu.
Elbette filme dair en akılda kalıcı bölümlerden biri, bilmeden literatüre kendi adıyla bir kompleks sunan Salieri ve öğrenci Mozart’ın ilişkisiydi. Bizde “boynuzun kulağı geçmesi” olarak da nitelendirilen vakanın muhatapları olan bu ikilinin hikayesi, iyi bir eğitmen ve besteci olan Salieri’nin deha öğrencisi Mozart’ın gölgesinde kalması ve buna mani olmak için kıskançlık tezahürü olarak genç adamın önüne sürekli taş koymaya çalışması şeklinde cereyan ediyordu. Fakat benim için filme dair en olağanüstü an Mozart’ın hayatının son günlerini yaşadığı o dönemde esrarengiz bir kişi tarafından sipariş verilen beste ve sanatçının bu besteyi bitirmek için verdiği çabaydı. Evet, Requiem’den bahsediyorum. Sayılı günleri kaldığını bilen bir insanın azminden hiçbir şey kaybetmeyip sipariş edilen bu besteyi tamamlamak için harcadığı çaba beni öykünün tamamını araştırmaya sevk etti.
Latincede “huzur” anlamına gelen requies kelimesinden türeyen Requiem, Mozart’ın bestelediği son eser olma özelliği de taşıyor. Kim olduğunu bilmediği bir aracı vasıtasıyla kendisine sipariş edilen bu beste Kont Franz von Walsegg’in ölen eşi içindi.
35 yıllık yaşamı bu şaheseri tam manasıyla bitirmeye yetmedi Mozart’ın. Besteyi, öğrencisi Süssmayr son düzenlemeleri yapıp tamamlayacaktı. Kaderin bir cilvesi olarak da Requiem, hem sipariş edilen frau Walsegg hem de Mozart için cenazelerinde çalınacaktı. Sonrası zaten bildiğimiz hikâye, Batı’da bilhassa önemli kişilerin cenazelerinin olmazsa olmaz bestesi oldu Requiem. Öyle ki meşhur “Ölüm Marşı’nın bestecisi ve tıpkı Mozart gibi kırk yaşını göremeden hayata veda eden Chopin de cenazesinde bu eserin çalınmasını vasiyet etmişti.
8 Haziran 2017 akşamı itibariyle İstanbul’a bir türlü gelemeyen yaza rağmen yağan yaz yağmuru ve şimşekler bu yazının yazılmasına vesile olurken insan böyle bir bestenin nasıl bir psikolojiyle ortaya çıktığını düşünmeden edemiyor. Keşke zamanı geri alıp 1791 yılının Aralık ayına Viyana’ya ışınlanabilseydim. Soramasam bile tanıklık edip gözlemlemekle dahi yetinebilirdim. Tıpkı ölüm gerçeği gibi zamanı geriye sarmada da insanlık maalesef çaresiz. Bildiğimiz çoğu şeyin doğru olmama ihtimaline karşın en çarpıcı gerçek olarak hep yanı başımızdaki bir olgu ölüm. Ona da anlam katan Mozart gibi insanlar ve değerler var elbette.
Mozart’a Requiem’i bestelerken tam olarak neler hissettiğini, Beethoven’in hangi duygularla “Ayışığı Sonatı’nı notalara döktüğünü bilemeyeceğiz ne yazık ki. Mesela Vivaldi ünlü “Dört Mevsim”i bestelerken “Yaz”a neden bu kadar kasvet yüklemişti? Cevapsız sorular…
Anlık olarak Mozart’ın ve İstanbul’un hava durumunun bana hissettirdiklerine ek olarak hâlihazırda okumaya başladığım Maya Kitap’tan çıkan “Zaman Yolcusunun El Kitabı” da beni bir nebze bunları düşünmeye sevk etti. Okunması bittiğinde, üstüne konuşmaya ve yazmaya değer bir tarih kitabı. Vezüv patladığında oradaymış gibi olmak, Marco Polo ile bilinmezliklerle dolu bir Doğu yolculuğuna çıkmak ya da Berlin Duvarı’nın yıkılış anına tanıklık etme imkânı geçmişe yolculuğu en azından kitap sayfalarında mümkün kılıyor gibi. James Wyllie, Johnny Acton ve David Goldblatt’in ortak çalışmasının ürünü olan bu eseri bir iki güne daha ayrıntılı yazıyor olacağım.
Umarım biri de çıkar ve Mozart’ın ölüm karşısında hislerini kağıda döker…