“Ah keşke kendime ve Paris’e bu kadar geç kalmasaydım”
Hüzün insanın sermayesidir derler. Fotoğraflardaki mecburi gülümsemeye dahi sirayet eden cinsten. Hangi yaşanmışlıkların eseridir bilinmez, insanın ömrü boyunca üstüne yapışan bir durumdur bu. Öyle ki kimisine yakışır hatta. Kimisine de ilham olur bu hüzün. Belki de geç kalmışlıkların tezahürüdür veyahut hiçbir yere, hiçbir şeye ait olamamanın.
“Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında”
23 Haziran, bu toprakların en saygıdeğer insanlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın doğum günü. Yazdığı her cümlede, her dizede tıpkı Sabahattin Ali’de olduğu gibi hep bir hüzün ve hep bir eksik kalma hissi uyanır içimde. Sonrasında kendi hayatımla özdeşlik kurarım. Muhtemelen de bu yüzden canım sıkıldıkça Aşiyan’daki ebedi mekânını ziyaret ederim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın. Hemen yanındaki hocası Yahya Kemal ve Münir Nurettin’i de unutmadan. Biraz daha ötedeki Attila İlhan’a da uğramak kaydıyla tabii.
1901 yılında İstanbul’da doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, 61 yıllık ömrüne sığdırdığı eserlerle artık çok şükür sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da okunabilmekte. Dünyaca ünlü Penguin Yayınevi bir süre önce yazarın “Saatleri
Üniversiteye başlamadan önce farklı hayallerim olsa da kader önüme Güzel Sanatlar Fakültesi ve Sinema bölümünü çıkardı. Alışkanlık itibariyle evde geçirdiğim zamanı film izleyerek değerlendirmeyi lisedeki felsefe hocama borçluydum. Guguk Kuşu, Ölü Ozanlar Derneği ve fazlası onun tavsiyesiyle girmişti hayatıma. Toprağı bol olsun.
Dersler başladığım günlerde beni içerik açısından nelerin beklediğini pek de bilmiyordum. Bildiğim tek şey yönetmen olmayacağımdı. O yüzden arkadaş ortamlarında bahsi geçen “Angelopulos gibi bir film çekeceğim”, “Tarkovski çok büyük adam” ve benzeri önermeler beni heyecanlandırmıyordu.
Geçen zaman zarfında işin doğası gereği onlarca yönetmenin tüm filmografisini eksiksiz izleme ödevimi yerine getirirken bir yönetmen ve filmiyle tanışmak beni derinden etkiledi. Tahran’ın kenar mahallelerinde arabasıyla dolaşıp yol kenarındaki insanlara sürekli bir şeyler soran, yardım isteyen bir adamın hikayesi. Filmde bir süre boyunca adamın derdini tahminlerle anlamaya çalışmıştım. Arabaya binmeye ikna olanlar, yarı yolda inenler, vazgeçenler…
Yaşasa bugün 77 yaşını dolduracak olan İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’den bahsediyorum. Özgün hikayeleriyle dünya
Sabahları belki uyku mahmurluğundan pek olmasa da akşam saatleri iş ya da okuldan eve dönerken veyahut bir kahvecide otururken insanda bir şeyler okuma isteği uyanıyor. Tabii seçenek de bol. Bu kimi zaman internetten günün haberleri kimi zaman bir dergi ya da bir kitap olabiliyor. Ancak hacimli kitapların okunmasına ev dışında pek de tercih edilir bir seçenek gözüyle bakılmıyor gibi. Elde veya çantada taşıması, metroda bir elle tutunurken bir elle de kitap okumak yolculuğa zahmet katan sevimsiz bir takım ayrıntılar.
Bir süre önce Can Yayınları pek de alışkın olmadığımız boyutlarda kitaplar yayımlamaya başladı. Minikitap adını taşıyan bu serinin özelliği, adından da anlaşılacağı üzere kitap ebatlarının bildiğimiz boyutların epey altında olması. En basit tabiriyle benim gömleğimin cebine sığacak kadar büyüklükte. Yani taşıma derdine kökten çözüm sunuyor.
Tatil fotoğraflarının aranan kitapları
Flipback adıyla ilk kez Hollanda’da okurlarla buluşan bu kitap formatı hafiflik, dayanıklılık ve pratikliğiyle ön plana çıkıyor. Üstelik kullanılan mizanpaj sayesinde normalinden daha az sayfaya tam metni basmak mümkün. Çoğu insanın inanmakta güçlük çektiği bu olaya ben de başta
Hikâyenin başlangıcı aşağı yukarı şöyleydi; Auguste ve Louis Lumiere kardeşler, 1896’da Paris’te Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de toplanan insanlara yeni icat edilen bir makine vasıtasıyla elli saniyelik bir görüntü izletmişlerdi. Tevatür odur ki Normandiya’daki La Ciotat Garı’na yaklaşan trenin bu görüntüsü, salondaki insanları ürkütmüş, çoğu yerinden fırlamıştı. Böyle başlamıştı sinemanın öyküsü.
İlk film gösterimleri, opera misali fonda canlı müzikle, orkestra değilse de en azından bir piyano eşliğinde gerçekleşiyordu. Operanın yanı sıra Alman besteci Richard Wagner’in deyimiyle “Gesamtkunstwerk” yani bütünlüklü sanat yapıtı olan tiyatronun en gözde olduğu bu dönemde yeni yeni filizlenen bu sinema pek de öyle rağbet görecek gibi değildi. Ancak geçen zaman içinde “Gesamtkunstwerk” deyimi yavaş yavaş sinema için kullanılır oldu. İçinde her şey vardı. Görüntü, performans sergileyen oyuncular, roman ya da tiyatrodan uyarlanmış bir konu, müzik ve daha fazlası…
Bu sanat dalı yeri geldi Vertov ve Eisenstein ya da Leni Riefenstahl gibi yönetmenler tarafından savundukları ideolojilerin geniş toplum kesimlerini en kolay şekilde anlatım aracı olarak kullanıldı. Yeri
Geçmişe ya da günümüze dair mevcut bilgiler insanların aradıkları, duymak istedikleri cevaplar konusunda tatmin edici olamıyor bazen. Görünenin arkasında bir sır perdesini aralama arzusu veya kimi bilgilerin bugüne eksik aktarıldığına dair inanç, birçok insanı bu yönde farklı okumalara ve araştırmalara yönlendirmekte.
Dünyayı birkaç ailenin yönettiği, Mısır piramitlerinin yapımına uzaylıların yardım ettiği, sosyal medya hesaplarımızın gizli servisler tarafından didik didik araştırıldığı iddialarına dair okunabilecek birçok kitap mevcut. Üstelik bazıları da çoksatanlar listelerinde kendisine yer bulabiliyor. Hatta televizyon kanallarında reyting yarışında dizilerle çekişebilen yegâne yayınların bu formattaki programlar olduğunu söylemek mümkün.
Bu kitapların okunması sonrasındaki süreçteyse kişinin kendisini herkesten saklanan sırlara erişmiş gibi hissetmesi paha biçilemez bir duygu olsa gerek. Bir süreliğine, bir aydınlığa erişme hali de denilebilir bu duruma. Bundan yıllar önce elime geçen bir kitap, bir müddet de olsa bende de o hissiyatı yaratmıştı.
Fransa’da, Hazreti İsa’nın soyundan gelenlerin yaşadığına dair bilgileri, “Da Vinci’nin Şifresi” kitabını okuyarak öğrenmiştim.
Dünden beri sosyal medya mecralarından takip ettiğim ünlü ünsüz çoğu kişinin ortak paylaşım konusu Tarkan’ın yeni albümü. Kimisi çok beğendiğini kimisi ise hayal kırıklığına uğradığını ifade ediyor twitter, instagram ve Facebook üzerinden. Ülkemizin en büyük popstarı olunca tartışmalar da kolay kolay bitmiyor. İstiklal’deki bir kitapçıda birkaç dakikalığına denk gelsem de henüz bir fikir sahibi olmadığımdan yeni albümü hakkında bir fikir beyan etmekten acizim. Politik davranıp “Tarkan’dır, popstardır, ne yapsa yakışır” diyerek konuyu kendimce geçiştirme taraftarıyım.
Zira laf popstarlıktan açılmışken tarihte bu şerefe nail olan ilk müzisyene değinmek istiyorum. Elbette onun yaşadığı 19. yüzyılda “popstar” diye bir kavram henüz yoktu. Ama genç kızlardan, müzik otoritelerine kadar herkesin dikkatini çekmesi, gittiği her yerde kalabalıklar tarafından karşılanması itibariyle bugünkü anlamda o gerçek bir popstardı. Macar piyanist Franz (Ferenc) Liszt’ten bahsediyorum.
1811 yılında bugünkü Macaristan’da, o dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda müzisyen bir ailede dünyaya gelen besteci ve piyano virtüözü Franz Liszt, ömrü boyunca Avrupa’nın birçok kentinde defalarca
“Bekleme beni bu akşam, gece siyah beyaz olacak”
Almanların, insanlığa teknoloji dışında armağan ettikleri başka güzel şeyler de var. Bunlardan biri Alman Romantizmi ile de iç içe geçmiş “fernweh” sözcüğü. Birebir tercüme edildiğinde “uzağa özlem” manasına gelen bu kelime, işin içine romantizm katıldığında “uzaklara seyahat arzusu”nun muadili konumunda.
19. yüzyıl itibariyle dünyanın esasen daha çok Batı Avrupa’nın her alanda yaşadığı dönüşüm devrin bazı insanlarında korku, tatminsizlik, eskiye özlem, kopuş, çekip gitme isteği gibi duyguların kabarmasına yol açtı. Öyle ki dünyanın dört bir yanından insanların gitmek için can attığı Paris’ten kaçıp çok uzaklara gitmek için yola düşenler de vardı. Empresyonizmin öncülerinden Paul Gauguin biraz yolunda gitmeyen sanat yaşamı biraz da taze balık ve meyve yiyebilmek için Paris’i bırakıp Pasifik Okyanusu’ndaki Tahiti’ye gitmişti. Öte yandan Balzac, gitmenin düşünü kurduğu Endonezya’nın Cava Adası’na hayali bir yolculuğu anlatan kitap kaleme almıştı. Tabii Tahiti veya Cava çok uç örnekler gibi gelebilir. O halde daha bilindik bir rotaya göz atalım. Yine 19. yüzyılın önemli isimleri olan Gerard de Nerval ve Gustave Flaubert, Paris’e
Bu yıl 36. düzenlenecek olan Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı hakkındaki bilgiler yavaş yavaş gelmeye başladı. Kitapların aşkına yine on binlerce insan yollara düşecek.
Uzun yıllardır olduğu gibi Büyükçekmece’deki Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi’nde düzenlenecek olan fuarın bu yılki onur konuğu Ayla Kutlu. Fuarın ilk onur konuğu 1987 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuştu. Fuar boyunca Ayla Kutlu’nun yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla çeşitli panel ve söyleşiler düzenlenecek.
4-12 Kasım 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan fuarın onur ülkesiyse Kore Cumhuriyeti (Güney Kore) olacak. Uluslararası Salon kapsamında fuarın ilk 4 günü (4-7 Kasım) açık olacak Güney Kore standında Kore edebiyatı ve kültürü ziyaretçileri ilgisine sunulacak. Onur Konuğu ülke etkinlikleri kapsamında çeşitli söyleşi, panel, yayıncılarla profesyonel buluşmalar ve çocuk etkinlikleri de gerçekleştirilecek.
“Edebiyat, iyi ki varsın” temasının belirlendiği 36. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na bu yıl, yurt içi ve yurt dışından sekiz yüzün üzerinde yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı bekleniyor.
Kitap fuarıyla eş zamanlı olarak düzenlenen ARTİST 2017 / 27.