Piyasaların etkilenmemesi önemli bir politika değişimi olmayacağı varsayımına dayanıyor. Ancak bu konuda piyasalar yanılıyor olabilir. Hükümet uzun süredir izlenen para politikasına ilişkin şikâyetlerden bunalmış durumda. Öte yandan, MB gibi önemli bir bürokratik noktaya egemen olmak istediği açıkça görülüyor. Merkez Bankası (MB) Başkanı Süreyya Serdengeçti'nin görev süresi dolmak üzere. Hükümetin ise Serdengeçti'yi değiştirmek istediği, kendisine daha yakın bir kişiyi buraya getirmek istediği artık açıkça biliniyor. Piyasalar da böylesi bir gelişmeyi satın aldı bile. Pek bir değişiklik de olmadı. Şimdiye dek gerek IMF gibi kurumlardan, gerek piyasalardan çekindiği için hükümet bu arzusunu açığa çıkaramıyordu. Anlaşılan, şimdi bu çekingenliği üzerinden atmış. Haber ne derece doğru bilinmez ama, Başbakan tekstil sektörünün temsilcilerinin şikâyetlerini dinlerken, teselli olarak MB yönetiminin, dolayısıyla izlenen politikanın değişeceğini belirtmiş. Habere göre, Başbakan Erdoğan MB'nin özerk olduğunu, müdahale edemediklerini, yönetim değişince izlenen politikanın da değişeceğini söylemiş.Demek ki, izlenen politikayı değiştiremeyince, yönetim değiştirilerek bu gerçekleştirilecek. O
2001 yılında neden krize girildi? Çünkü ilk programda ciddi tasarım ve varsayım hataları vardı. Türk ekonomisi yapısal olarak cari işlemler açığı veren bir ülkeydi ve böylesi bir yapıda kura sınır getirildi. İstikrar programı sürecinde açığın büyüyeceği ve bunun cezbedilen sıcak parayla finanse edileceği malumdu. Kurun bastırılmasıyla TL reel olarak değer kazandı, cari işlemler açığı da büyüdü. Öte yandan mali sistem ise tam anlamıyla bir felç halindeydi. Kamu bankaları zarar ederken, özel bankalar da ciddi kur riskiyle kendilerini idare ediyordu. Türk ekonomisi bundan tam 5 yıl önce belki de en büyük krizine girdi. Bu kriz sonrası IMF kura dayalı antienflasyonist politikadan vazgeçerek çok sıkı bir mali disiplinle dalgalı kura geçilmesini zorladı. Sonunda sıcak para ilk kargaşada tüymeye kalktı. Kalkınca da sistem çöktü. Finans sistemini ciddi biçimde yeniden yapılandırmadan, kamu maliyesinde disiplin sağlamadan ve kuru önceden belli bir düzeye çekmeden başlatılan bu program ciddi bir tasarım hatası taşıyordu. Üstelik tatsız ve beklenmeyen dışsal gelişmeler de tuz biber oldu. Mesela döviz gelirlerimizde ağırlıklı para birimi olan euro değer kaybetmeye, giderlerimizde ağırlıklı
Dün de Türkiye İhracatçılar Meclisi şubat ayında ihracattaki artışın yüzde 7.5 olduğunu açıkladı. TÜİK verileri gösteriyor ki, ihracat artık topallamıyor, aksine tepetaklak yuvarlanıyor! Ocak ayındaki bu düşüş kışın çok şiddetli geçmesine, bayrama, hatta kuş gribine bağlanabilir. Ancak kasımdan bu yana tam dört aydır ihracatta ciddi bir aksama olduğu da ortada. Aşağıdaki birinci grafikte görüldüğü gibi, 2005 yılının ilk üç ayında ihracat bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 30 kadar büyümüş. Ancak nisan ayından temmuz ayına dek artış oranı sürekli düşüş göstermiş. Hatta temmuzda artış oranı yüzde 2 düzeyine düşmüş. Önceki akşam ocak ayını içeren dış ticaret verileri yayımlandı. Veriler, ocak ayında ihracatın geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3.6 düştüğünü gösteriyor. Yaz sonunda tekrar toparlansa da, daha sonra üç ay boyunca artış oranı tekrar düşüşe geçmiş ve nihayet bu ocakta ihracat gelirleri düşmüş.İhracatın düşüş nedenleri belli. Birincisi ve başlıcası kur. Döviz kuru değer kazandıkça ihracat yapma olanağı azalıyor. Tabii, maliyetlerin yüksekliği de ihracatı zorlaştırıyor. Özellikle enerji fiyatları ve işçilik maliyeti ülkemizde uluslararası rekabet gücü açısından
Eleştiriler muhtelif. Çoğu da haksız. Kimileri bundan haksız kazanç elde edildiğini iddia ediyor. Oysa merkez bankaları yaptıkları işlemin ekonomik gerekçesini açıkladığı sürece, kime ne kazandırdı, kime ne kaybettirdi ilgilenilmez. Sorumlu da tutulamazlar. Merkez Bankası'nın bundan 13 gün önce piyasadan 5 milyar dolardan fazla döviz alımı sonrası tartışmalar durulmuyor. Gerçekten dünyanın neresinde olsa, bir para birimine böylesi bir müdahale çok tartışılır. Hele bu Türkiye gibi orta gelişmişlikte bir ülkenin para birimineyse.. Kimileri de bu kadar büyük alıma rağmen kurun oynamamasını eleştiriyor. Hatta bunu bir fiyasko olarak nitelendiren bile var. Oysa aksine kimi de kurun aynı noktada kalmasını başarı olarak görüyor. Her ikisine de katılmak mümkün değil. MB bu alımdan öte birçok önlemi ele yapmadığı için bir türlü kur yükselmiyor. Yalın gerçek bu. Bu alım sonrası MB koltuğuna kurulup görevlerini tamamladığını sanırsa çok yanılmış olur. Merkez Bankası'nın kurun düzeyini değiştirmek için doğrudan ve dolaylı elinde birçok silah ya da enstrüman var. Bunların hepsini devreye koyduğunda elbette etkili olabilir.Eleştirilerden bir başkası da aşırı döviz alımı karşılığında zorunlu
Bu, geçen yılın aynı ayına göre çok önemli bir artış değil. Çünkü geçen yıl da FDF hemen hemen aynı düzeydeydi. Gerçi bu ocak için açıklanan FDF yıl sonu için hedefinin yüzde 13'üne tekabül ediyor. Bu da gerçekten oldukça başarılı bir performans. Öte yandan bütçenin ilk ayında elde edilen asıl, 17 yıl sonra ilk defa ortaya çıkan fazlalık: Bu yıl bu 2 milyar YTL'yi aşarken (1.5 milyar dolar), geçen yıl, aksine, bütçe 1 milyar YTL açık veriyordu. Öncelikle bütçe fazlasının önemini açıklayalım: Bütçe fazlası demek, bir yandan kamunun borçlarının daha hızlı ödenmesi ve reel faiz yükünün ekonomi üzerinden kaldırılması, diğer yandan da devletin sosyal harcamalar için daha fazla olanak bulması demektir. Aslında her ikisi de, seçimlere az zaman kala büyük fırsat. Ancak bu fırsat bir savurganlığa dönüşürse de o zaman tüm emekler çöpe gider. Dün 2006 ocak bütçe verileri açıklandı. Bu verilere göre, ocak ayında 4.3 milyar YTL'lik, yani takriben 3.2 milyar dolarlık faiz dışı fazla (FDF) elde edilmiş. Oluşan bütçe fazlasının ardında birçok neden var. İlki ve belki de en önemlisi, Maliye ve Hazine'nin uzun süredir bu hedefe kendilerini kitlemesi. Gerekli bütün müdahaleleri ele alarak sonuca
Hatırlıyorum, 1991 DYP-SHP koalisyonunda çiftçinin küçük miktardaki borçları affediliyordu. İlk bakışta bu, sosyal bakımdan adaletli, maliye açısından da tahsil edilemeyen borcun tasfiyesi anlamına geliyordu. O dönemde Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'nün başdanışmanıydık ve tasarıya karşı çıktık. Bu karşı çıkışın nedeni de bu tür afların emsal oluşturacağı, ahlaki çöküntü yaratacağıydı. Nitekim, ülkemiz artık çeşitli borçların ve suçların sık sık affedildiği bir cennet oldu.Af bir büyüklüktür. Ama hangi suçun, hangi şartlarda affedilebileceği önceden belli değilse, af beklentisi oluşur. Bu da suçun tekrarına elverir. Suçlar birikir, yeniden af zorunlu hale gelir. İki gün önce Başbakan Erdoğan sosyal güvenlik primi ödemeyenlerin son kez affedildiğini, bundan sonra bir daha olmayacağını açıkladı. Affın geçerli olabilmesi için bu açıklama hep yapılır. Yoksa bir daha kimse prim borcunu ödemez. Ödememe huy haline gelir. Çoğu afta borcun belli bir kısmının ödendiği takdirde, diğer kısmın affedileceği belirtilir. Böylece Maliye tahsil edemediği borcu tahsil edeceğin düşünür. (Bu afla da sözde 30 milyar YTL'ye yakın borcun tahsil edilmesi hedefleniyor) Ancak borcun neden ödenmediğine bir
Bugün ise Türk ekonomisi milli gelirinin neredeyse üçte biri kadar dış ticaret yapıyor. Yine artık yılda 9 milyar dolara yakın doğrudan yabancı sermaye, bunun birkaç katı da portföy yatırımı çekiyor. Yani artık dünya ekonomisiyle iç içe. 25 yıl önce Türk ekonomisi büyük ölçüde dünyaya kapalıydı. Gerek dış ticaretin milli gelir içindeki payı, gerek çektiği doğrudan yabancı sermaye, gerek finansal yatırımlar son derece sınırlıydı. Geçen hafta ABD'nin dış ticaret açığının 725 milyar dolar olduğu açıklandı. Yine geçen hafta ABD Merkez Bankası'nın çiçeği burnunda başkanı Ben Bernanke ilk açıklamasında faiz artırımlarının devam edebileceği sinyalini verdi. Aynı hafta Avrupa Merkez Bankası faizlerini çok az da olsa artırdı. Bütün bunlar uluslararası para piyasalarının önemli gelişmeleri ve her biri küresel ekonomik dengelerdeki belli değişikliklerin sonucu. Her birinde de Türkiye'deki mali piyasalar anında tepki veriyor.Asıl önemlisi, son zamanlarda bol konuşulan uluslararası likidite koşulları. Malum dünyada para son üç yıldır öylesine bol ki, sadece ABD veya Avrupa mali piyasalarına değil, daha fazla getirisi olan gelişmekte olan piyasalara da oluk oluk para akıyor. Üstelik bu akış
Ancak 2002 yılından bu yana bazı değişiklikler oldu. Önce CNBC-e televizyonu, iki yıl sonra da Merkez Bankası (TÜİK ile beraber) tüketici güven endekslerini hesaplayıp yayımlamaya başladı. Bir ülkede ekonomik büyümenin üç motoru vardır. Birincisi ihracat, ikincisi tüketim ve üçüncüsü de yatırım. Türkiye'de bu verilerden, ihracat hariç, hiçbirini aylık izlemek mümkün değil. Yatırım ve tüketim rakamları üç ayda bir milli gelir rakamlarıyla ve üç ay gecikmeyle yayımlanıyor. Bu endeksler son derece önemli. Çünkü tüketici güven endeksleri, özellikle Tüketim Eğilimi Endeksi (TEE) tüketim rakamlarını belirlemede son derece etkili. Arada çok ciddi ve güçlü bir istatistiki bağ var. Yani açıklama ile davranış (diğer deyimle beyan ile fiil arasında) çok kuvvetli bir korelasyon görünüyor. Güvende gerileme var 2005 yılında TGE (Tüketici Güven Endeksi) ocak-nisan arası bir gevşeme göstermiş ve eylüle dek bir daha toparlanamamıştı. Ekim ayında önemli bir yükselme olmasına rağmen, bu yıl ocakta birdenbire geriledi. Bunun ardında, kuş gribi, yoğun kar yağışı gibi mevsimsel etmenlerin olduğu biliniyor. Tüketimi belirleyen Tüketim Eğilimi Endeksi'ne gelince. Bu endeks en büyük düşüşünü geçen yıl