Dün şubat ayında giriş-çıkış yapan ziyaretçi sayısı yayımlandı. Bu verilere göre ülkeye giren yabancı ziyaretçi sayısında yüzde 10'dan fazla azalış görülüyor. Dış ticaret açığının bir kısmını turizmle kapattığımız malum. Üstelik, uzun vadede turizm konusunda beklentilerimiz yüksek. Gerçekten bazı sorunlar gözleniyorsa, bununla mutlaka ilgilenmek gerekiyor. Çünkü bu gidişle turizmle dış ticaret açığını daha zor kapatacağımız anlaşılıyor. Önceki hafta Başbakan Erdoğan'ı TOBB başkanlığında ziyaret eden bir başka heyet de turizmcilerdi. Ziyarette tekstil gibi, bu sektör de dünyayla rekabet etmekte zorlandığını, KDV indiriminin şart olduğunu belirtiyordu. Dün TÜİK şubat ayının verilerini açıkladığında anladık ki, meğer turizmde de sorunlar var. Kuşkusuz bu veriler sadece bir aylık. Üstelik şubat ayı turizmin sığ olduğu bir aydır. Bu nedenle bir aylık veri üzerinden abartılı bir yoruma gitmek doğru olmaz. Küçük bir değişiklik o ayın gelişmelerini etkileyebilir. Aklımıza kuş gribi, İran ile ABD arasındaki nükleer silahlanmaya ilişkin gerginlik ve karikatür krizinin Müslüman ülkelere yönelik tepki yaratması gibi etmenler geliyor.Ziyaretçilerin ülkelerine baktığımızda OECD ülkelerinden
Mevcut program, istikrar elde edilirse, ekonomik büyümenin de sürdürülebilir biçime kavuşacağını varsayıyor. Ancak biliyoruz ki, istikrar elde edilirken, özellikle kısa vadede, büyüme örselenebiliyor. Üstelik her istikrar programının da sürdürebilir büyüme ortaya çıkarmadığı biliniyor. Sosyal bilimler toplumların refahıyla ilgilenir. Ekonomi bilimi de refahın yükselmesinin ekonomik büyümeyle elde edileceğini varsayar. Dolayısıyla salt istikrar amacıyla ekonomik politikaları tasarlamak yanlıştır. Nihai amaç büyümedir, kalkınmadır. Uygulanan programda kur, büyüme, borç oranı, yahut da istihdam konusunda somut hedefler bulunmuyor. Tek hedef enflasyon. Diğer konularda ise tahminler bulunuyor. Kuşkusuz çeşitli ekonomik hedefler arasında zaman zaman çatışmalar, ya da çelişkiler olabilir. Örneğin, özellikle kısa vadede işsizlik ile enflasyon arasında, yahut büyüme ile dış açık arasında çelişki gözlenebilir. Politika uygulayıcıları, bu nedenle, önceliklerini ve tercihlerini belirlemek durumundadır. Bununla beraber, kısa vadede yüksek büyüme elde edip uzun vadede tüm diğer olası ekonomik hedefleri göz ardı etmek, yahut uzun vadede büyümenin de kötü performans göstermesine neden olan
2002 yılında solcu lider Lula da Silva iktidara gelirken, Brezilya'da mali piyasalar ciddi biçimde ürkmüştü. Enflasyon zaten iki haneliydi. Brezilya parası real hızla düşerken, dolar cinsinden Brezilya tahvilleri ABD Hazine bonolarının yüzde 25 kadar üstüne fırladı. Ancak Lula'nın atadığı Maliye Bakanı Antonio Palocci hedeflenen faiz dışı fazla hedefini yüzde 0.5 artırarak, yüzde 4.25'e çekince, Brezilya'nın borçlarını ödemekte kararlı olduğunu göstermiş oldu ve güven de sağlandı. Geçen hafta derecelendirme kuruluşu Standard and Poor's Türkiye'nin ekonomik dengeler bakımından Brezilya'dan daha iyi noktada olduğunu belirtti. Bunu değerlendirebilmek için her iki ülkenin de verilerine bakmak gerek. Lula'nın döneminde, yani son üç yılda Brezilya ekonomisi ortalama yüzde 2.6 büyüdü. Bu daha önceki dönemlere göre oldukça başarılı bir performans. Ancak Türkiye'nin son üç yılıyla karşılaştırıldığında bunu parlak bir performans olarak nitelemek mümkün değil.Mali disiplini sağlamak pek kolay olmuyor. Milli gelirin yüzde 38'ini vergilendiren Brezilya, bütçe içindeki yatırımları milli gelirin yüzde 0.5'ine düşürmüş durumda. Yani mali disiplin büyümeyi frenliyor. Öte yandan, izlenen sıkı para
İlk bakışta bir çelişki gözükse de, Merkez Bankası'nın izlediği politika hükümetin belirlediği genel ekonomik doğrultudan kopamaz. Bununla beraber, Merkez Bankası çalışırken de hükümet ona karışamaz. Maliye politikasının yürütücüsü hükümettir. Hükümet adına bu politikayı, yani devletin gelir ve giderlerini Maliye Bakanlığı, finansmanını da Hazine yürütür. (Keşke hepsi tek elde olsaydı). Para politikasının yürütücüsü ise Merkez Bankası'dır. Elbette her iki politikanın da eşgüdüm içinde olması gerekir. Ancak Merkez Bankası bağımsızdır. Para politikasının üç hedefi olabilir. Birincisi, en bilinen amaç olan enflasyonun kontrolüdür. İkincisi, ödemeler dengesinin sağlanması, üçüncüsü de büyümenin sağlanmasıdır. Son yıllarda muhafazakâr iktisatçılar Merkez Bankası'nın tek hedefinin enflasyon olduğu konusunda ısrar ediyorlar. Fakat bu çok yanlış. Çünkü ekonomide amaç büyümenin sürekliliği ve refahın artırılmasıdır. Para politikası da buna uymak zorundadır.Para politikası genel olarak para arzının belirlenmesine ilişkindir. Merkez Bankası bunu ya doğrudan kendi bilançosu üzerinden, ya da bankaların para yaratma kapasitesini sınırlayarak yapar. Bunun yanı sıra, enflasyonun kontrolünde
Yani gelişmekte olan ülkelerin (GÜ) ekonomik dengeleri dünyadaki mali gelişmelere bağlı hale geldi. Öte yandan, global olarak mali piyasalardaki gelişmeler de bağımsız değil. Gelişmekte olan ülkelerdeki etki yönünün tersine, özellikle ABD ekonomisindeki gelişmeler mali piyasalardaki gelişmelere yön veriyor. Kısacası, dünyadaki ekonomik dengeler global mali gelişmeler aracılığıyla gelişmekte olan ülkeleri etkiliyor. Açıklayalım. ABD ekonomisi çok ciddi kamu ve dış ticaret açığı veriyor. Bu da ABD'nin sürekli finansman gereksinimini doğuruyor. Ancak bu kolaylıkla halloluyor. Gerek Ortadoğu'da oluk oluk para kazanan petrol üreticileri, gerek Japonya veya Çin gibi ciddi dış ticaret fazlası yaratan ülkeler ellerinde biriken fonları ABD Hazinesi'ne borç olarak veriyor, sorun kalmıyor. Artık bir olgu çok belirgin: Global olarak mali piyasalardaki gelişmeler gelişmekte olan ülkelerin mali piyasalarını belirlerken, o ülkelerin makroekonomik dengelerini de belirliyor. Diğer yandan, son yıllarda ekonomik canlanmayı sağlamak için sürekli düşürülen ABD Merkez Bankası (FED) faizleri dünyada müthiş bir likidite yaratıyordu. Ancak geçen yıl bu süreç tersine dönmeye başladı ve faizler artmaya
Tekstil sektörü 1980'li yılların sonunda ve 90'lı yılların başında baharını yaşamıştı. Ancak son 10 yıldır sorunlar baş gösteriyor. Son birkaç yıldır ise, en çok ağlayan toplumsal kesim oldu. Ya kurdan şikâyetçiler, ya işçilik üzerindeki yüklerin getirdiği maliyetlerden, ya enerji fiyatlarından, ya yurtdışındaki kotalardan. Ama hep şikâyetçiler! Neden? Önceki gün Türkiye İstatistik Kurumu imalat sanayii üretiminin ocak ayında yüzde 6.1 gerilediğini açıkladı. Tekstil yüzde 17.9, hazır giyim ise yüzde 35.4 gerilemiş. Kısacası, tekstil batıyor! Acaba farkında mıyız? Tekstil tek parça bir sektör değil. Üç ayrı kesim var. Biri iplik. İplikte hem ithalatçı, hem de büyük ölçekli üretim yapıp ya içeriye ya da dışarıya mal satan kısım var. Bu kesim kurdan pek şikâyetçi değil. Çünkü işçilik maliyetler içinde daha küçük bir paya sahip ve kâr oranları şimdilik yeterli. İkinci kesim tekstil. Yani örme ya da dokuma yoluyla kumaş üretme. Örmede dünyada müthiş bir dış pazar kaybettiğimiz ortada. Çünkü burada düşük düzeyde teknoloji, fakat yoğun emek kullanılıyor. Ve işçiliği daha ucuz ülkelerle rekabet edilemiyor. Dokumada ise hem ithalat, hem içeriye, hem de dışarıya üretim var. Bu nedenle
2004 yılında cari işlemler açığı 15,6 milyar dolardı. 2005 yılında bu yüzde 48 artışla 22,9 milyar dolar oldu. Ocak ayındaki bu artış yıl boyunca devam ettiği takdirde, yıl sonunda cari işlemler açığı 39 milyar dolar olacak demek. Bu da milli gelirin yüzde 10'undan fazlası ediyor. Biliyoruz ki, bir ülkenin cari işlemler açığı yüzde 5-6 düzeyini aştığı zaman ortada ciddi bir sorun olur. Hele bu birkaç yıldır sürüyorsa. Dün akşam Merkez Bankası ocak ayına ait ödemeler dengesi rakamlarını açıkladı. Ocak ayında ödemeler dengesindeki cari işlemler açığı, geçen yılın aynı ayına göre tam yüzde 70 artışla 2,49 milyar dolar olmuş. İlk konu bunun bir krize neden olup olmayacağı. Açık ve kısa yanıt verelim ki, kısa vadede hayır. Çünkü kısa vadede bu açık finanse edilebiliyor. Uzun vadede finanse edilemezse de, kur yukarı gider ve yeniden denge sağlanır. Ancak asıl önemlisi, bu arada Türkiye'deki üretim sektörü büyük darbe yer (hatta yedi bile) ve işsizlik tahammül edilemez boyutlara gelir. Sonra da sorunun telafisi mümkün olmaz.İkincisi konu bunun neden oluştuğu. Bu doğru biçimde belirlenemezse, çözüm de bulunamaz. Öncelikle asıl sorun cari işlemlerde değil, dış ticarette. Çünkü açık dış
Önceki gün ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı Kemal Derviş CNN Türk'te Tayfun Ertan'ın programında sıcak paradan ve kur düzeyinden şikâyet ederek iki öneride bulunmuş. Birisi Merkez Bankası'nın döviz alımlarını artırması. Diğeri de Hazine'nin bazı dış borçları erken ödemesi. İlk seçenek fazlasıyla tartışıldı. İkinci öneri de tartışılsa da, tekrarlamakta yarar var. Hazine'nin dış borçlarını ödemesi, içeriden döviz alarak yurtdışına veya yurtiçine döviz cinsinden borçlarını ödemesi demektir. Yani kamu tarafından bir döviz talebi doğacaktır. Dün piyasalar çalkalandı. Amerika'da faiz artışlarının süreceği beklentisiyle, gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm piyasalarda çöküşler oldu. Ve öğlen dolar 1.325 YTL'ye çıktı. Buna rağmen çıkış abartılmamalı. Merkez Bankası'nın bir gündeki 5 milyar dolarlık döviz alımı doları 1.34 YTL'ye çıkarmıştı. Bu da benzer ölçekte bir çıkış. Ancak aynı zamanda Hazine'nin bir yerden bunun TL karşılığını bulması gerekir. Elde avuçta sadece borç olduğuna göre Hazine piyasalardan TL cinsinden borçlanacak, bu da faizleri artıracaktır. Hükümet elbette böyle bir politika tercihine gidebilir. Ancak bunun başlıca sonucu oldukça yükselmiş bir TL faizi olur. 2001