Önceki gün de Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) dış ticaret verilerini açıkladı. Bu veriler oldukça kaygı vericiydi. Birincisi, veriler ihracattaki artış yavaşlamayı gösteriyordu. İkincisi de, dış ticaret açığı giderek büyüyor, rekordan rekora koşuyor.TÜİK verilerine göre 2005 yılında ithalat yüzde 19, ihracat ise sadece yüzde 16 artmış. Ayrıca son aralık ayında dış ticaretteki artışın artık yavaşladığı görülüyor. İhracat yüzde 6, ithalat da yüzde 7 artmış. Demek ki, ihracat giderek yavaşlıyor. Zaten TİM verileri de bunu doğruluyor. Bunun yanı sıra, ithalatta da belli bir yavaşlama var. Bu gelişmenin nedeni de belli. Birincisi, petrol fiyatlarındaki artış daha önce büyük ölçüde ithalat faturasına büyük ölçüde yansıdı. İkincisi, ekonomide büyüme ve yatırımdan doğan ithalat talebi artık yavaşladı. Dün Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) ocak ayı ihracat rakamlarını açıkladı. Bu rakamlara göre ocak ayında ihracat geçen yıla göre yüzde 1.1 düşerek 4 milyar 944 milyon dolar olmuş. Böylece son 12 ayda ihracat 73.3 milyar dolar olurken, yüzde 14 artmış. Son zamanlarda cari açığın bir sorun olmadığı ve finanse edilebildiği görüşü çok belirtiliyor. Oysa, bu "kanserli hastaya ilaç veriliyor,
Enflasyon eğer beklentilerden kaynaklanıyorsa, MB de bu beklentileri etkileyebiliyorsa, konu elbette önem kazanıyor. Ancak enflasyonun tamamıyla beklentilerden kaynaklandığını iddia etmek elbette olanaksız. Zaten MB'nin endişeleri de burada yoğunlaşıyor. Dün Serdengeçti enerji fiyatlarını, hükümetin tütün fiyatlama politikasını ve hizmet sektöründeki fiyat katılıklarını önemli engeller olarak niteledi. Özellikle de kira artışlarından şikâyet etti. Merkez Bankası dün Enflasyon Raporu'nu yayımladı. Başkan Süreyya Serdengeçti de bunu açıkladı. Raporda ekonominin geneli hakkında bilgiler, enflasyonun gelişimi ve en önemlisi beklentiler yer alıyor. Beklentilerin raporda çok geniş biçimde yer alması kaçınılmaz. Çünkü şu anda MB'nin uyguladığı politika, beklentileri belirleme üzerine dayanıyor. Sayılan bu dışsal etmenlerin çoğu hakkında yapılabilecekler sınırlı. Bu durumda MB yüksek faiz politikasıyla diğer fiyatlar üzerindeki baskısını sürdürmek zorunda. Bu ise enflasyon hedefi üzerinde etkili olsa da, büyüme üzerinde olumsuz olabilecek. Gerçi Serdengeçti dünkü açıklamasında büyüme göstergelerinin olumlu yönde geliştiğini ifade etti. Ama büyümenin temel motoru olarak görünen inşaat ve
Hükümet şimdi Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu'nun bu kararı iptal etmesini bekliyor. Fakat bu gerçekleşmezse proje büyük ölçüde suya düşmüş olacak.İktisatçı gözüyle özelleştirmeye yeniden bakmakta yarar var. Önce şu farkı belirtelim; kamudan özele devredilen kuruluşlara genel olarak özelleştirme diyoruz. Ancak bunların bir kısmını Özelleştirme İdaresi Başkanlığı gerçekleştiriyor. Bazen de özelden kamuya kalmış kuruluşlar var. Bunları da TMSF satıyor. Hepsinin yanı sıra kamu tarafından işletilen ya da hizmet sağlayan bazı kuruluşlar var. Bunların da işletme hakkı belli bir süre (yahut süresiz) ilgili kamu kurumları tarafından özel sektöre devrediliyor. Galataport ihalesinin yürütmesini Danıştay 6. Dairesi durdurdu. Bunun üzerine Yüksek Planlama Kurulu kararı çıkamadı. Hâlâ 13. Daire'de bekleyen birçok dava başvurusu var. Ana muhalefet partisi CHP, kamuoyunda hayli tartışma yaratan bu konunun üzerine gidiyor ve hükümette rahatsızlık yaratıyor. Bununla beraber, tümünün aynı kefede değerlendirilmesi yanlış. TMSF satışlarının her durumda özel kesime devri şart. Çünkü zaten özel kesimden gelmiş. Ama belli ilkelerin de gözetilmesi gerek. Birincisi, bu kuruluşlar ihaleyle ve şeffaf
Eğer bir yanlışlık yapıldı ve kastedilen 6 milyon dolarsa, gerçek hasar göz ardı ediliyor demektir. 6 milyon dolar olsa olsa karın İstanbul Büyükşehir Belediyesi bütçesine getirdiği yük olabilir. Kuşku yok ki, her doğal afetin belli bir ekonomik maliyeti var. Ancak tüm doğal afetler ya da iklim değişimleri ekonomik faaliyeti mutlaka olumsuz etkilemez. Dünya Bankası'nın bazı çalışmaları doğal afetlerin ekonomik faaliyeti başta kesintiye uğratsa da, daha sonra hasarın telafisi için daha fazla çalışıldığını, bunun da milli gelir üzerinde olumlu etkide bulunduğunu gösteriyor. Yani afet olunca önce ekonomi yavaşlıyor, sonra daha da hızlanıyor. Geçenlerde basında Rusya'dan gelen soğuk havanın 8 milyar YTL'lik bir ekonomik hasara yol açtığı haberi yer alıyordu. Bu 6 milyar dolar ediyor. Bu rakama nasıl ulaşıldığını bilmiyoruz. Bazı doğal afetler hem ekonomik faaliyeti aksatır, hem de doğrudan bir varlık hasarı yaratır. Ertelenen ekonomik faaliyetler daha sonra gerçekleştirilir. Mesela ihracatçı ya da herhangi bir yurtiçi üretici kar nedeniyle sevkıyat yapamayınca, kar kalkar kalkmaz bunu yapar. Gerçi fabrikaya gelemeyen işçilerin ya da soğuk nedeniyle düşen verimliliğin telafisi mümkün
Büyüme varken işsizlik neden düşmüyor? Bunun bir nedeni elbette verimlilik artışları. Hatta başlıcası. Daha az işçiyle aynı üretim yapılıyor, ya da aynı işçiyle daha fazla üretim yapılıyor. Egemen olan elbette ikincisi. Ancak verimlilik artışlarının ortaya çıkardığı işsizlik nihayetinde geçicidir. İngiltere'de 1980'li yıllarda böylesi bir sorun çıkmış, fakat zamanla giderek rekabet gücü kazanan ekonomide işsizlik oranı düşmüştü. Yani toplum baştan bir fedakârlıkta bulununca, işsizlik gerilemişti. Dün ekim ayı işsizlik verileri yayımlandı. İşsiz sayısı 2.5 milyona dayanırken, işsizlik oranı da yüzde 10.1 oldu. Baştan belirtelim; işsizlik bir orandır. Toplumsal bir sorun olarak işsizlik merak ediliyorsa, bakılması gereken veri budur. İş bulan sayısı, ya da toplam çalışan rakamları ise farklı verilerdir. Kaldı ki, aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi, temmuzdan bu yana, hem işsiz sayısı artıyor, hem işsizlik oranı, hem de istihdam düzeyi düşüyor: Yani işe istihdam düzeyinden bakanlar açısından da durum kötü. Peki, bu fedakârlık bir zorunluluk mu? Elbette hayır. Çünkü Türkiye'de verimlilik birkaç yıldır artıyor. Sonsuza dek verimlilik artışı da olamaz. Bunun bir sınırı var. Üstelik
Bazı tebliğler gerçekten ilgi çekti. Yeni Zelanda Merkez Bankası Başkanı Alan Bolard'ın sunumu önemliydi. Çünkü Yeni Zelanda EH'nin ilk uygulandığı ülkeydi. Ancak Zelanda'nın Türkiye'ye hiç benzemediği baştan belirtilmeli. Petrol krizi sonrası Y. Zelanda ekonomisi ciddi bir dalgalanmaya girmiş, enflasyon yüzde 15'in üzerine sıçramış, büyüme de oynak bir yapıya girmişti. 1989'da Y. Zelanda MB'si bağımsız hale geldi. Birçok reform ele alınarak para biriminin değeri dalgalanmaya bırakıldı. Geçen hafta iki gün boyunca, İstanbul'daki bankacılar Merkez Bankası'nın düzenlediği enflasyon hedeflemesi (EH) konulu konferansı izlediler. İçeriği dolu bir toplantı oldu. 1990 yılında da EH'ye geçildi. Önceleri daha esnek bir biçimde uygulanan EH, 1993 yılında kesinlik kazandı ve bant hedef yüzde 0-3 olarak (tüketici fiyatları) belirlendi. Sonuçlar gayet başarılıydı. O günden bu yana büyüme yüksek, işsizlik de düşük gerçekleşti. Ancak bu başarının tümü EH'ye bağlanamaz. Daha önce yapılan reformlar, özellikle MB'nin bağımsızlaştırılması ve şeffaflaştırılması EH'nin başarısında büyük rol oynadı. Konferansın ilk gününde Kanadalı Profesör Charles Freeman'ın sunumu dikkat çekti. Freeman gelişmekte
Konferansın içeriği gerçekten çok dolu. Konunun iyi bilinen uzmanlarından Charles Freedman sabahki oturumda yer alırken, yine Latin Amerika'da enflasyon deneyimlerini iyi izleyen ve şu anda İngiliz Merkez Bankası'nda görevli Mario Blejer göze çarpan isimler.Konferansta Polonya, Çek Cumhuriyeti, Güney Afrika, Yeni Zelanda gibi ülkelerin merkez bankalarının başkanları sunum yapıyor. Hele Yeni Zelanda çok önemli. Çünkü bu ülke enflasyon hedeflemesinin ilk uygulandığı ve başarılı sonuçlar alınan ülkelerden biri oldu. Dün Merkez Bankası'nın (MB) düzenlediği, enflasyon hedeflemesine (EH) ilişkin konferans başladı. Bu yazıyı konferans başlamadan kaleme aldık. Konferansı daha sonra aktaracağız. Türk ekonomisi 2001 yılında krize girdiğinde enflasyon hedef olmaktan çıkmıştı. Kontrolüne bile çalışılmadı. Böylece kamu borcunun reel faizi düşürülüyordu. 2002 yılında enflasyon politikası açıklaştı ve üç yıl boyunca, konan hedefin çok altında gerçekleşmeler oldu. Bunun hem iyi, hem de kötü yanı var. Kötü yanı, çok sıkı para politikasının getirdiği yüksek reel faizli ortamdı. İyi yanı ise, Merkez Bankası'nın kredibilitesi sağlamlaşması oldu.Merkez Bankası'nın kredibilitesi enflasyon hedeflemesi
Borsadaki bu yükselişin birkaç nedeni var. İlki, kriz nedeniyle aşırı düşük hisse fiyatlarının kendini toparlaması. İkincisi, ekonomik istikrarın gelişi ve bunun getirdiği bilanço düzelmeleri. Nihayet AB perspektifinin ortaya çıkması en etkili etmen oldu. Ancak şu da var; dövizde durulduğunda para kaybediliyor. TL'deki faizler de iyiden iyiye düştü. Kısacası, yatırımcının borsadan başka alanı kalmadı. AB'ye üye olmaya aday tüm ülkelerde böylesi bir trend gözleniyor. Üçe beşe katlanan Doğu Avrupa borsaları sonunda, emlak dahil, varlık fiyatlarının tümünde ciddi değerlenme yarattı. İMKB-100 endeksi önceki gün 44 bini aşmıştı. Dün ise yurtdışına bağlı olarak satış geldi. Ancak anlaşılan o ki, borsa son birkaç yılın yatırım yıldızı. Çünkü hiçbir yatırım aracı borsa kadar kazandırmadı. Bu daha ne kadar sürebilir? İşte birçokları bunu merak ediyor. Açıkçası, tüm mallarda olduğu gibi borsada da alırken kazanılır. Yani hangi şirketin ucuz kaldığını bulmak gerekir. Sonrası kolaydır. Ucuza rağbet olur, fiyatı yükselir. Satılınca da para kazanılır. Fakat bizim borsada beraberce hareket güçlüdür. Yani borsa çıkarken çoğu hissenin fiyatı çıkar. Bu nedenle önce borsanın ucuz olduğu konjonktür