Ama işin en alaturka tarafı, bu sorunun nasıl çözüleceğini tartışmaktan çok, neden zarar vermeyeceğini hep konuşuyoruz. Kimileri, "Finanse edilen cari açık sorun değildir" diye safsata yapıyor. Tıpkı bir doktorun "Bugün ölmeyeceğinize göre sorun yok" demesi gibi.Yahut tıpkı AIDS gibi. Karadenizliye sormuşlar, "Rus hayat kadınlarıyla düşüp kalkıyorsun, ya AIDS mikrobu kaparsan?" O da yanıtlamış; "Pize pir şey olmay, piz hamsi yeruz". Türkiye bu gidişle 2007 yılında milli gelirinin yüzde 8'i kadar cari açıkla karşı karşıya kalacak. Ancak unutmayalım, bu milli gelir içindeki pay. Ve milli gelir rakamları da yerli para biriminden ölçülüyor. Payda olan bu rakam dolar bazına çevrilirken, kur düşükse, ortaya yüksek bir rakam çıkıyor. Herhalde meslektaşlarımızın son 2 yıl içinde en önem verdiği konu cari açık. Bu olgu gelişmekte olan ülkeleri krize sokan temel etmen olduğu gibi, Türkiye'nin de kronik sorunu. Yani oldum olası baş belamız. Ama diyelim ki, kur yüzde 10 değer kaybetti. Bu durumda cari açığın milli gelire oranı daha da büyümeyecek mi? Bu durumda cari açığın da daralacağı savunulabilir. Ama unutmayalım, cari açık kurun her düzeyinde esneklik göstermeyebilir. Yani, yüzde
Bülent Ecevit hiç kuşkusuz Türk siyasal yaşamının son elli yılının en önemli kimliklerindendir. Siyasal kariyerinin başında klasik bir CHP'li olan Ecevit, sol bir arayışla değil, çağdaşlaşma ve Atatürkçülük sevdasıyla genç yaşta siyasete girmiştir. Nitekim, 1957 yılında milletvekili olur olmaz, İsmet İnönü'nün himayesine girmiş ve hızla yükselmiştir. Fakat daha o dönemde CHP'nin DP karşısında zorlanmasını görerek değişmesi gerektiğine inanmıştır. Bülent Ecevit'in babası bir milletvekili ve profesör annesi ise bir ressamdır. Robert Kolej'de okumuştur. Zaman içinde Sanskritçeye merak salan böyle bir kişi, nasıl olmuştur da 1970'li yıllarda varoşlardaki düzen değişikliği umudunun simgesi olmuştur. Karaoğlan efsanesinin ardındaki toplumsal dinamikleri anlamak bakımdan bu son derece önemlidir. CHP'de değişim talebi 1965 yılına dek ortaya çıkmamıştır. 1965 seçimleriyle filizlenen bu arzu, nihayet İsmet İnönü'nün ertesi seçimlerinde ortanın solu fikrini ortaya atmasıyla açığa çıkmıştır. 1969-1971 arasında CHP'de artık ortanın solu kavgası vardır. Ve bunun da başını Bülent Ecevit çekmektedir. İnönü'nün ortanın solu ile Ecevit'in başını çektiği ortanın solu arasında iki önemli fark
Birincisi, patronların eline nakit geçiyor. Hatta kimileri banka geliştirerek çok ciddi kârlar yapıyor. Kısa sürede maliyetinin birkaç katına bankasını satanlar oluyor. İkincisi, bankacılık kesiminde hâlâ sermaye yapıları çok güçsüz. Patronların elinde bankaya koyacak ek sermaye olanağı bulunmuyor. Yani ancak satarsa bu yükten kurtulacak. Üçüncüsü, bankacılık sanıldığının aksine yeterince kâr sağlamıyor. Çok daha verimli alanlar bulunabilir. Kaldı ki, hâlâ finans kesiminin boyutu küçük. Türkiye'de yabancılar sürekli banka alıp duruyor. Hafta içinde Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener sektördeki yabancı payının yüzde 30'a çıkacağını belirtiyordu. Şener'e göre şu anda onaylanmış yabancı payı yüzde 15. Ancak borsa paylarıyla birlikte bu yüzde 31'e çıkıyor. Bu süreç, kimilerini kaygılandırırken, kimilerini farklı nedenlerle sevindiriyor. Önce sevinenlerin nedenlerini anlayalım. Kimileri de yabancıların sektörde hizmet kalitesi ve maliyet kolaylığı sağlayacağını düşünüyor. Oysa bu doğru değil. Çünkü o ülkenin ve müşterinin riski fiyatta daha egemendir. Üstelik yerli bankalar teknolojik ve insan kaynağı bakımından yabancıların hiç de altında değil. Peki, kaygı nedenleri ne? Bazıları
MB, önceki gün, yükümlülüğü gereği hükümete bir mektup yollamış. Malum, enflasyondaki gelişme açıklanmış olan belirsizlik aralığını aştığında, MB hükümete bunun açıklamasını yapmak zorunda. Bu mektup büyük ölçüde 19 Ekim tarihli Para Politikası Kurulu'ndaki değerlendirmelere ve son enflasyon raporuna dayanıyor. Dün Merkez Bankası (MB) Başkanı Durmuş Yılmaz düzenlediği basın toplantısında 2006 yılı 4. Enflasyon Raporu'nu açıkladı. Raporda her zamanki gibi uluslararası gelişmelerin yanı sıra, enflasyondaki, özellikle arz ve talep kaynaklı gelişmenin analiziyle mali piyasalardaki durum ve kamu maliyesinin performansı değerlendiriliyor. Bunlara dayalı olarak orta vadeli öngörülerde bulunuluyor ve risklere işaret ediliyor. MB'ye göre enflasyonun raydan çıkmasının temel nedeni arz şokları. Yani petrol ya da petrol fiyatlarındaki artışlar, tütün ürünlerine yapılan zamlar ile işlenmemiş gıda ürünlerindeki fiyatların hızlı yükselişi. Bu sapmada, MB, mayıs ayında başlayan mali piyasalardaki dalgalanmanın ve iç talebin ciddi bir katkısı olduğunu inkâr etmiyor. Ancak, arz şoklarının daha etkili olduğunu düşünüyor. MB'ye göre, kurun enflasyona geçirgenlik payı yüzde 20. Yani, enflasyondaki
Talebin beklenen düzeye gelmesi, ancak maliye politikasının da bunu desteklemesine bağlı. Bu da ya ek vergilerle ya da kamu harcamalarının azaltılmasıyla ya da her ikisiyle sağlanabilir. Son yıllarda mali disipline bakıldığında, yeterince faiz dışı fazla yaratılması kamuoyunda bir ferahlık, hatta rehavet sağlıyor. Gerçekten milli gelirin yüzde 6.5'i kadar fazlanın üç aşağı beş yukarı yakalanması son derece önemli. Ancak bunun nasıl sağlandığı da ortada. 2007 bütçesine ilişkin en önemli konu talebin ne denli frenleneceği. Malum gerek mayıs ayındaki para piyasalarında dalgalanma, gerek para politikasının sıkılmasıyla iç talepte belli bir daralma başlamış, ama bu, beklenen düzeye gelmemişti. Artan iç tüketim nedeniyle hem ithalat vergilerinin katlanması hem de KDV ve ÖTV gibi içeride tahsil edilen vergilerin artması, diğer yandan da ballı özelleştirmeler buna elverdi. Faiz dışı harcamalar da arttı ama bu daha yavaş oldu. Böylece hem faiz dışı fazla oluştu, hem de bütçe açığı daraldı. Faizlerin hızla indiği, borçlanma vadesinin uzadığı bir yapıda kamu harcamaları haliyle düşüyor. Ancak 2007 bütçesinin farklı bir konjonktürde gerçekleşeceği göz ardı edilmemeli. Bu nedenle hem bütçenin
Tony Blair'in partisinin başına geçerken söylediği söz beni çok etkilemişti: "Eşitlik adil değildir. Adil olan fırsat eşitliğidir!". Rahmetli babam bir siyasetçiydi. Sık sık toplumsal konuları entelektüel düzeyde tartışırdık. Bana tam bir fırsat eşitliğine hiçbir zaman ulaşılamayacağını söylerdi: "Sen bir profesör çocuğusun. Doğal olarak çevrende bilgi ve kültürün egemen olduğu bir yapı var. Ne denli maddi olanak tanırsan tanı, Hakkâri'deki yoksul bir çocuk seninle aynı olanaklara kavuşamayacak". Sosyal adaletin en önemli unsuru fırsat eşitliğidir. Ancak bizde çoğu solcu eşitliği adil sanır. Gerçi bu tamamıyla anlamsız sayılmaz. Çünkü bir ülkede fırsat eşitliği yoksa, sistem zaten adaletsizse, insanlar farklı yollarla eşit hale getirilmeye çalışılır. Fakat bu da çabalayana haksızlık olur. Kimileri yattığı yerden rahat eder. Babam haklıydı. Ama bu eşitsizliği en aza indirgemenin yolları bulunmalıydı. En azından vicdanlarımızın rahatlaması için. Fırsat eşitliğinin en önemli yöntemi ortaöğrenimi 11 yıla çıkararak en nitelikli ve en maliyetsiz hale getirerek bunun devlet tarafından sağlanmasıdır. Fırsatlar eşit olunca, başarıya göre ödül de adil hale gelir. Başarıya göre ödül kişinin
On yıla yakın bir süredir köşe yazarlığı yapıyorum. Hiçbir yazıma bu kadar yanıt gelmemişti. Yüzlerce e-posta yağdı. Hepsi de Orhan Pamuk'a müthiş tepkili. Anlaşılan Orhan Pamuk bir ödül aldı ama kendi halkını sevindiremedi. Bu da bir aydın için, bir sanatçı için son derece üzücü. Bilmem Orhan Pamuk içine düştüğü durumdan dolayı ne kadar üzgün. Değilse yazıklar olsun. Peşinen söyleyelim, Orhan Pamuk kendi ulusunun onur ve gururuyla öylesine oynadı ki, pasaportunda Türk yazsa bile halk onu kendinden görmüyor. 18 Ekim'de "Orhan Pamuk aşağılayarak mı Nobel ödülü aldı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda Orhan Pamuk'un söylediği saçmalıklara katılmadığımı, ancak aldığı ödüle sevindiğimi yazmıştım. Ben de dahil, bazı yazarlar iyi niyetle bu ödüle sevinmek gerektiğini yazsak da, bu halkın çoğunluğunu yatıştıramadı. Öte yandan, kimileri de Pamuk'un hakaretlerini sanki hiç duymamış gibi, sadece ödülü yazıyor. Hatta bir yakın dostum köşe yazarı, bu sevinmeyenleri aşağılık kompleksiyle suçluyor. Çok üzüldüğümü ifade etmeliyim. Bir halkın dörtte üçü bir ödüle sevinmediyse, bunu bir özgüven eksikliği ya da kompleks olarak nitelemek hiç de doğru değil. Bir okur, aslında Pamuk'un Nobel
Ramazan bayramlarının ilk sabahı namazdan sonra, evde yakın aile bayramlaşır, sonra da ahirete göçmüş büyüklerin kabirleri ziyaret edilir. Sonra da yaşayan aile büyüklerine gidilir. Ne yazık ki, aile yaşamı modern yaşamda giderek kırılıyor, parçalanıyor. Medya da bu parçalanmayı, sözde devrim nidalarıyla körüklüyor. Sanki değerlerimiz yok olunca daha mutlu olacağız. Modern kesim için bayramlar geç kalkıp keyif çatma fırsatı. Oysa değerlerimizi, geleneklerimizi korumak, bayramları fırsat bilip aile büyüklerini hatırlamak, bir geleneği yerine getirmekten öte, koşuşturmayla geçen kent yaşamında bizi atomize olmaktan kurtaracak bir duyarlılık. İnananların Ramazan Bayramı'nı kutlarım. Ramazan Bayramı'nın bir diğer adı da Şeker Bayramı'dır. Çünkü oruçla kaybedilen enerji tatlıyla telafi edilir. Bir de insanlar birbirlerini ağırlamak için tatlı ikram eder. Malum bayramlar aile yakınlarıyla temasa geçilmesi geleneğini taşır. Kırsal kesimde olsun, kent varoşlarında olsun hâlâ öyle. Ancak son yıllarda modern yaşamı seven varsıllar, bayramları tatil fırsatına dönüştürdü. Oysa Batıda Noel ya da Paskalya hep aynı biçimde kutlanır. Gelenekler hiç değişmez. Modernleşme sanılan bu yozlaşma