Şanlıurfa, 1976'dan bu yana sürekli ziyaret ettiğim bir kent. Yani uzun süredir izlediğim, gözlediğim bir yer. Bu ziyaretleri bir zaman tüneline soksak, nereden nereye geldik denebilir. Ancak aradan 30 yıl geçtiği de unutulmamalı. Şanlıurfa'da barajlar yapıldı ve su geldi ama toplumsal yaşamın kalitesindeki değişim ne yazık ki sınırlı kalmış görünüyor. Önceki gün Gaziantep yoluyla Şanlıurfa'ya geldik. Zaman zaman Anadolu kentlerine gelinmesinin ekonomik ve sosyal gelişmenin gerçek boyutunu gözlemek bakımından büyük önemi var. Çünkü günlük makro verilerin sürekli izlenmesi, hatta bunların olumlu yönde gitmesi bunun Türkiye coğrafyasına dağıldığını göstermiyor. Diğer bir deyimle, ekonomik veriler sosyal kalkınma üzerindeki etkilerini görmek için ülkeyi zaman zaman dolaşmak ya da büyük kentlerde halkın arasına karışmak şart. 30 yıl önce Harran'da topraklar çatlamış haldeydi. Arap kökenli köylüler yoksulluk içinde kıvranırdı. Şanlıurfa'nın içi bir mezbelelikti, batıyla bağlantısı da kopuktu. Şimdi günde birkaç uçak Şanlıurfa'ya iniyor, sonra da kalkıyor. 30 yıl önce ülkenin büyük kentlerinde oturup Şanlıurfa'ya turistik ziyaret yapmak isteyen pek olmazdı. Gerçi hâlâ pek çoğu
Raporun içinde gerçekten birçok veri ve analiz var. Bunlardan bizce en önemlisi tasarruf açığı olan bir ekonomide tüketim eğilimi ve yapısındaki değişim. Malum, tüketim hızla artıyor. Bunu tüketim endekslerinde de gözlüyoruz. CNBC-e'nin derlediği tüketim endekslerinde bireylerin 2002 yılından bu yana yüzde 50 daha fazla tükettiği gözleniyor. Unutmayalım, 2002 yılından bu yana milli gelirdeki artış yüzde 50'yi bulmuyor bile. Önceki gün Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz yine mikrofonlar karşısındaydı ve Finansal İstikrar Raporu'nu açıklıyordu. Bu açıklamalar, kamuoyunu bilgilendirdiği için hem Merkez Bankası'nı daha saygın hale getiriyor hem de daha etkin. Hal böyle ise, dalgalı kur sistemine geçip güçlü ekonomiye ulaşacağız diye sevinmemiz biraz çocukça olmuş. Çünkü ihracatla büyüme değil, iç taleple büyüme sağlamışız. Tüketimdeki artış üretimdeki artışın üzerine geçtiğinde haliyle borçlanmak zorunda kalınıyor. Cari açık olgusu da, en basit anlatımıyla, bundan kaynaklanıyor. Bu konuda da Merkez Bankası'nın kaygısı var. Ancak o konuya yarın gireceğiz.Tüketimdeki genişlemenin frenlenememesi elbette kaygı veriyor. Merkez Bankası'nın sıkı para politikası izlemesine, hatta son
Öncelikle özel kesimin neden dövizle ve yurtdışından borçlandığını anlamak gerekiyor. Birincisi, büyük özel kuruluşlar yurtiçinde bir sürü satın almalar gerçekleştirdi. Tüpraş'tan tutun, Erdemir'e kadar birçok kuruluş alındı. Bunlar için yeterince sermaye birikimi olmadığından borçlanmak zorunda kalındı. Önceki gün Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'ın açıklamaları arasında döviz konusu göze çarpıyordu. Son günlerde döviz sanki ekonomide tek konuşulan konu oldu. Merkez Bankası, yüksek ve hızlı büyümeyi cari açığın ve özel kesimin yüklü borçlanmasının temel nedeni olarak görüyor. Bu tez elbette yanlış değil. 43 milyar dolara varan bu borcun temelinde hızlı büyüme var. Ancak diğer etmenler de göz ardı edilmemeli. Böylesine büyük kredileri de hâlâ Türk bankacılık sistemi sağlayacak yapıda ya da çapta olmadığından mecburen dışarıya başvuruldu. Diğer bir deyimle, biri reel sektördeki sermaye yetersizliğine, diğeri de bankacılık kesimindeki yetersizliğe dayalı bunun iki nedeni daha vardı.Öte yandan, TL cinsinden vadeler hâlâ 3-5 yıldan daha uzun değil. Yani borçlanan uzun vadeli borçlanmak zorunda kaldığında yurtiçini kullanamadığı gibi, TL cinsinden de borçlanması olanaksız oluyor.
Tüketici fiyatları talebi göstermek bakımından önemlidir. Talep canlı değilse tüketici fiyatları uzun süre canlı seyredemez. Ancak bir süredir, tüketici fiyatları yeniden canlı seyretmeye başladı. Tüketici fiyatları geçen ay yüzde 1.29 artmış. Üstelik daha önceki ay da (özellikle gıda gibi dayanıksız tüketim mallarından kaynaklanarak) yüksek çıkmıştı. Gıdadaki fiyat artışının yüzde 2.7'yi bulması gerçekten dikkat çekiyor. Konut fiyatlarında da bir miktar artış gözlense de (yüzde 1.3) diğer kalemlerde artış pek yok. Hatta aksine bazılarında düşüşler gözleniyor. Enflasyon acaba hâlâ ekonomide bir ciddi sorun olarak başımızı ağrıtacak mı? 2007 yılında enflasyon hedefine ulaşılabilecek mi? Enflasyon hedefine kuru bastırmadan ulaşmak mümkün olabilecek mi? Bütün bunlar kafamızı kurcalayan ve belki de daha epeyce bir süre kurcalayacak olan sorular. Dün açıklanan son veriler bu konuda bize bir parça olsun ışık tutuyor. Ne oluyor da gıda giderek daha pahalı hale geliyor? Acaba diğer dayanıklı tüketim malları daha pahalı hale geldiği için bir ikame mekanizması mı çalışıyor? Olabilir. Ama büyük olasılıkla maliyetlerden gelen baskının gecikmeli etkileri görülüyor. Yazın mevsimsel nedenlerle
Rodrik, iki ekonomik perspektifi değerlendiriyor. İlkinde ekonomik büyüme üç kaynaktan elde ediliyor. Birincisi, verimlilik, ikincisi teknolojik gelişme, diğeri de makroekonomik istikrarı sağlamak, bunun kalıcılığı için yapısal reformları sürdürmek ve böylece iyi bir yatırım ortamı sağlamak. Bu perspektifte kur makroekonomik dengeleri sürdürdükçe önemli değil. Hatta aksine, yurtdışında rekabet sağlasa da, verimliliği düşürüyor. Bu nedenle de kura müdahale gerekmiyor.İkinci perspektif ise, büyüme elde ederken sadece verimlilik artışına bel bağlamıyor. Aynı zamanda yapısal değişimi, kayıt dışı imalatı azaltmayı, sanayide kapasiteyi artırmayı ve daha rekabetçi bir kur ortamını amaçlıyor. Kur politikaları yapısal dönüşüm sağladığı için değerlenmeye karşı telafi edici politikaların üretilmesi gerekiyor. Önceki hafta e-posta kutuma Harvard Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Dani Rodrik'ten bir mektup gelmişti. Rodrik, Forum İstanbul'da yaptığı konuşmanın sunumunu yollamış. Bu sunumu okuyucularımla geç de olsa paylaşmak istiyorum. Rodrik hızlı, sürekli ve adil bir büyüme stratejisinin ikincisi olduğunu savunuyor. Sadece verimlilik artışıyla elde edilen büyüme nihayet işsizlik
Fransa halkı 2005 yılının mayıs ayında Avrupa Anayasası referanduma sunulduğunda çoğunlukla ret oyu kullanmıştı. Bunun üzerine çok yazıldı, çizildi. Kuşkusuz bu sonucun ardında ortaya çıkan işsizliğin ve sosyal kaygıların büyük rolü vardı. Ancak Fransa halkı daha büyük bir Avrupa konseptini kabul etmiyor. En azından şimdilik. Daha da önemlisi, AB bütçesinden tarım politikaları nedeniyle en büyük pastayı Fransız çiftçisi alıyor. Bunu da yeni üye ülkeler nedeniyle paylaşmak istemiyor. Bu yıl sağcı Chirac'ın Fransa Cumhurbaşkanı olarak hizmet ettiği son yıl. Yani Fransa'da seçimler var. Bu kez seçimlerde sosyalistlerin de ciddi şansı var ve bu seçimler Türkiye açısından da önem taşıyor. Çünkü Türkiye'nin AB'ye üyeliğini İngiltere ve İtalya gibi güçlü ülkeler desteklerken, Fransa karşı çıkıyor. Malum en güçlü ülke Almanya karmaşık bir durum sergilemekte. Fransa olumlu bir noktaya gelirse, Türkiye'ye karşı tutum da büyük ölçüde değişebilir. Fransa dünyanın 6. büyük ekonomisi. BM Güvenlik Konseyi'nin üyesi olmasının yanı sıra, nükleer güce sahip olması bile uluslararası kabul görüyor. AB'nin kurucusu ve tek para birimi euro'nun yaratıcısı. Ancak Fransa ekonomisi son 10 yıldır OECD
1912 yılında doğan bu ekonomist, akademik yaşamının önemli bir bölümünü muhafazakâr ekonomistlerin yığıldığı Chicago Üniversitesi'nde geçirmiştir. Bu üniversite son elli yıldır farklı alanlarda olsa da hep müdahalesiz piyasa ekonomisini savunan bilim adamlarını barındırmıştır.Friedman'ın çıkışıyla sonraki yazıları arasında ciddi bir süre farkı vardır. Friedman'ı şöhrete kavuşturan ilk yapıtı 1956 yılında yayımladığı "Paranın Miktar Teorisi" başlıklı makaledir. 1963 yılında Anna Schwartz ile birlikte ABD'nin 1867'den itibaren yaşadığı enflasyon olgusunun tamamıyla parasal olduğuna dair yazdığı makale bir köşe taşı olmuştur. Altı yıl sonra "Paranın Optimum Miktarı" başlıklı çalışması ile 1970 yılında yayımladığı "Para Teorisindeki Karşı Devrim" makalesi de diğer iki önemli yapıtıdır. Milton Friedman öleli bir haftayı geçiyor. Friedman (Keynes'ten sonra) 20. yüzyılın en etkili ikinci iktisatçısı oldu. Keynes'in 2. Dünya Savaşı sonrası devletin ekonomiye müdahale eden politikalarını haklı hale getiren teorilerinden sonra, Friedman büyük ölçüde 19. yüzyıl iktisatçılarının tezlerinden hareketle devletin müdahalesine son verilmesini savundu. Bu makaleleri Friedman'ı birdenbire revaçta
Önce Prof. Akat'tan başlayalım. Akat 2000 ile 2006 yılını karşılaştırıyor. Yapısal dönüşümü görebilmek için bu gerçekten önemli. 15 yaşından büyüklerde istihdam 46.3 milyondan (yüzde 11.7 artışla) 51.7 milyona yükselmiş. Buna karşılık istihdam 22.8 milyon kişiden (yüzde 2.1 artışla) 23.3 milyona çıkmış. Böylece 4.9 milyon kişi ortada kalmış. 2000'de 1.4 milyon olan işsizler 1 milyon artışla 2.4 milyona yükselmiş. "İş bulsam çalışırım" diyenler 2000'de 800 bin kişi iken 2 milyona tırmanmış. İkisini toplayınca 2.2 milyon kişi ya da istihdam artışının dört katı ediyor. Yani son altı yılda iş bulan her bir kişiye karşılık dört kişi iş bulamamış oluyor.Akat özetle şöyle diyor: Buna karşılık, yapısal düzeyde olumlu bir dönüşüm görülüyor. Tarımda çalışanlar 8.9 milyon kişiden 6.8 milyona düşmüş. Tarım dışında çalışanlar ise 13.9 milyon kişiden 16.5 milyona çıkmış. İşin özü budur. Geçen altı yılda 15+ yaş grubundaki kişi sayısı 5.4 milyon ama çalışan sayısı 500 bin artmış. Bu da işsiz sayısını dar tanımla 1 milyon geniş tanımla 2.1 milyon artırmış. Seyfettin Gürsel ise yazısında istihdamdaki artışın yavaşladığına işaret ediyor. İşsizliğin azalmaya devam ettiğini ama giderek yavaşladığını,